Sevgili Andromeda,
Bu mektubu bundan 10, 20 hatta bilemedin 30 sene sonra bile okuduğumda (başkasına okutacak kadar yaşlanmış olacağımı dile getiremiyorum) seni en ince ayrıntısıyla hatırlamak için yazıyorum. Asma yüzünü şu capcanlı fotoğrafında hemen, kalbimdeki titreşimin daimidir fakat yaşlılık işte sevgili galaksim, olur da gardenya yetiştiremeyeceğim kadar elden ayaktan kesilirsem satırlarımla seni yaşatmak için yazıyorum. Gözlerime yağmurun birikmiş Andromeda, senin için kalem tutmanın özleminde kavruluyorum. Kağıtta bazı mürekkepler dağılıyor diye kızma bana. Benim hiç böyle güzel yanmamıştı canım. Ama elbette sana bunları anlatmayacağım. Şu anki beni merak ediyorsundur. Kahverengi gözlerimi insanların o yargılayıcı bakışlardan koruyan uzun kirpiklerime kar taneleri düşmüş de orada kalmış gibi renk veren beyazlık, sana yakışıklı görünmek için sol arkaya yatık şekilde taradığım saçlarımda da söz konusu. Bıyıklarım artık ortada buluşuyor Andromeda. Çok dikkatini çekerdi, bıyıklarının sağa giden kısmı Hitler sola giden kısmı Stalin deyip kıs kıs gülerdin nazik sesinle. Özetle eski Mete değilim. 58 yaşındayım sevgili galaksim. Sen hayatıma gireli 37 yıl, kendini özleteli de 36 yıl oldu.
Senenin başında sevdim seni. Söz vermiştin, yeni yılda Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir şiirini okuyacaktın bana. O yıl hiç yenilenmedi Andromeda. Biliyor musun takvimim hala gittiğin tarihte kaldı, sarardı da biraz -burda bazı suratsız bakıcıların dediğine göre güneşin batarken üstüne giydiği renkten bile sarıymış- her gün kalkıp okşuyorum saçlarının rengine çalan o takvim yaprağını. Penceremden hiç ayırt etmiyorum da gardenyayı. 37 yıl öncesinde seni hiçbir zaman unutmayacağım dediğimde gülerek kim bilir kaç kadının ismini yazacaksın lügatına demiştin. Sen benim lügatıma yazılıp devamı gelmemiş tek kadınsın Andromeda. Seninle geçirdiğim kısacık zamanı 37 yıl sonrasında özleyebilirmiş insan. Fotoğrafın bana “Ne zaman ve nasıl tanıştık?” der gibi hınzır bakış atıyor. 58 yaşında biri için dimağım fazla canlı. Gazetelerde 7 Ocak yazan bir günde gönlüme bir şiirle gelişini nasıl unutabilirim ? Söylesene Andromeda, dinlemekten keyif aldığın Barış Manço bile unutamamışken ben nasıl unutabilirim seni ?
Hayattan bezmiş, insanlığın arasında “İşte, bakın umutsuz vaka!” adlı okların hedefiyle, umut adını sadece bir erkek kimliğinde tanıyan bir zavallı olarak yaşıyordum. Ta ki rüzgar senin şiirini önüme koyana kadar. Ah bilsen nasıl şükranlar sundum rüzgara sen gittikten sonra. Hava hep rüzgarlı olsun istedim Andromeda, belki daha çok rüzgar çıkarsa gardenya kokun yaşam verir hücrelerime diye. Senin vatancıl şiirin bile bir dal oldu bermuda şeytan üçgeninde çırpınan yanlarıma. Ülkemdeki sevdalardan bile kopukken ben, tarihi de seninle sevdim edebiyatı da. İnandım senden sonra yaradana; zira senin kadar güzel bir şaheseri yaratmak hiç kolay olamazdı. Bakma di’li cümleler kurduğuma, hala kafa yoruyorum mükemmelliyetçiliğin tek eseri olduğuna. Monoton dünyayı anarşist yapacak bir soruydun sen Andromeda. Seni tanısaydı yeşil ve mavi renklerini griye nakşetmiş bu elips, belki de bu denli harika yapıtı kıskanıp seni de gri renge boyamaya çalışırlardı. Fakat ben izin vermezdim. Çünkü sen grileşmiş beton yığını olan Ankara’yı bile yeşerttin gönlümde. Seni gökkuşağı bile kıskanırdı bilmezsin, yağmur sonrası sırf o toprağın kokusuyla mutlu olmak için dışarı çıktığında burun kıvırırdı gökten ama çaktırmadan da hayranlıkla izlerdi doğayla mutlu oluşunu. Küçük çocuklar gibi eğlenirdin. Aksesuar satan dükkanlarda bulduğun her tacı kafana takıp Anna Maria oluverirdin, sonra çevrene aldırmadan Yunanca “Konstantin soyu şahlanacak, Albay Cuntası’nın devri başlamadan bitecek!” diye bağırıp gözlerimin içine aşkla bakarak “Yaşa Prensim” deyip bir buse kondururdun dudağımın sağ üst köşesindeki gamzeme. Hiç bitmesin isterdim o devir. Türkiye, Türkiye olalı böyle güzellik görmedi senin yüzyılında. Biraz realist olalım Andromeda, Yunanistan da Antik Yunan olalı, Helenistik olalı böyle bir Türk görmedi -bunu yazarken II. Mehmed’ın şu sözlerimi okuyor olabilme ihtimalini kafamda canlandırdım da sanırım başımı öne eğmek zorundayım-.
Mayıs’ın kış örtüsünü üstünden iyice atmış olduğu bir günde Kuğulu Park’a götürmüştüm seni. En çok adını sevdim dedin uzaktaki dönme dolaptan gözlerini hiç ayırmayarak, bir Türk tarihi kitabında okumuştum Oğuz Kağan Destanı’nın kahramanı Mete Han olarak düşünülüyor imiş bu yüzden sevdim adını; ikimiz de mitolojinin yarattığı isimleriz: sen Türk, ben Yunan. Şaşkın bakışlarla baktım yüzüne, daha önce adının anlamını sormayı akıl edememenin mahçupluğundaydım. Bana kendinden uzun süreli ilk o gün bahsetmiştin: “Yunan Mitolojisinde Zeus’un bir faniden olma yarı tanrı oğlu Perseus, kahramanlıklarını ziyadesiyle tanrılara gösterip evine pegasus ile dönerken canavarın yemek üzere olduğu ağaca bağlanmış bir kız görür. Hemen aşağı inmesiyle canavarı öldürüp kurtardığı bu kıza aşık olur. Bizim mitolojimizde aşk teması çoktur ama neredeyse hiçbir tanrı aşkına sadık kalmamıştır. Perseus Andromeda’yı öyle sevdi ki onların aşkı göğe yerleşti büyüdü galaksi oldu. Sen benim Perseusumsun… İmkanım olsaydı bir teleskop yaratıp yuvamızı gösterirdim sana. Zeus aşkına ne güzel bakıyorsun!” Her konuşman gönlümün zelzele olmuş topraklarında bilinmeyen çiçekler filizlendiriyordu. Sen ne güzel bir yetim ne güzel bir öksüzdün. Annen de bendim baban da vatanın da. Zaten Ankara’yı benden fazla severdin. Her perşembe Anıtkabir’e gider şükranla bakardın Ata’mızın gömütüne. Hangi Türk senin kadar Ata’mıza bağlıdır diye düşünürdüm.
Öyle sağlıklı olmuştu ki hayatım sen gelince, bisikleti bile sevdirmiştin bana. Plansız bir programım vardı sayende, saat en çok gülüşüne gelsin isterdim. Gönlünden ışık hüzmesi dolardı gönlüme sen gülünce. Çıkmaz sokağımın duvarında oyulan minik geçiş yerimdin. Fakat senden sonra o yerden çıkmak bile istemedim. Senin mezar taşının acısı Atina kadar ebedi, Ankara kadar büyük içimde. Katilinim ben Andromeda. Bir buğday değil, benim köhne ellerim seni öldüren. Mutlu ol diye emek emek yoğurduğum çiğ köfteyle besleyerek verdim seni toprağa. Ama bilseydim Andromeda, savaş açardım yufkalara, ekmeklere, adına gluten denilmiş her şeye. Seni benden alabilecek o düşük nitelikli tüm bitkilerin kökünü kazırdım. Tutup kolundan götürürdüm seni bir buğday tarlasına. Bakın derdim, bu kadının saçlarının rengini hiçbiriniz alamaz bırakın artık onun peşini; o benim Zincirli Prenses’im! Fakat yapamadım Andromeda. Seni ne buğdayların elinden alabildim ne de iri beyaz çiçekler yetişen toprağının.
Bir meleğe nefesini teslim ederken bile güzeldin sen. Hangi kadın cansız yüzüyle güzel bakabilir ? Morarmış dudaklarınla gülümsedin bana, gördüm. 36 yıl boyunca rüyalarımda yazdım, rüyalarımda sarıldım sana. Ekmek yemedim makarna yemedim yufka yemedim. Ölümüne sebep olan ne varsa yemedim. Bir kafenin önünden geçerken adını gördüm. Gökkuşağını anımsatan tabelada kocaman harfler… Yanında başak simgesi vardı. Seni hem yaşatıp hem öldürdüler diye kafeyi darma duman edip yakacaktım Andromeda ama o hümanist gülüşün geldi sonra aklıma, bunu yaptım diye bana küsebilirdin. Sen bana yüzünü çevirme diye öyle geçtim kafenin önünden bir daha adım bile atamadım o mahalleye. İki mahalle uzattım yolumu ama oraya uğratmadım ayaklarımı. Sokakta gördüğüm her insana seni anlattım Andromeda. Tanıt bu hastalığı ölmesin kimse demiştin bana yorgun baktığın o son gününde. Kedilere bile anlattım, başak grubunun burcu dahi ölümcüldür atın onları ulaşılmaz diyarlara dedim. Herkes bana deliymişim gibi baktı ama ben kimse sevdiğini Çölyak’a kurban vermesin istedim. Hor gördüler beni Andromeda, kimsenin dinlemeye ve anlamaya vakti yoktu. Onlar ölse ölse çölyaktan değil empatisizlikten ölürdü. Kimse senin gibi duyarlı değildi çekilen acıya. Sokakta bir çocuk görsen sızlardı için hemen pamuk şekerle mutlu bulutlar çizdirmek isterdin ama yetişemezdin o çocuklara. Ben de seninle kurduğum hayallere yetişemedim Zincirli Prenses’im. Her şey olduğu gibi, yarım. Tamamlanmadı, sen gelmeden tamamlanmayacak, bu seni ilk yaşatmamdır. Gönlümde nefes al Andromeda. Aşkla.
Ayşegül Kılınç
İZDİHAM