Durakta Mahir’e rastladım. O da sarhoş. Son otobüsü kaçırmışız. Mahir, köprünün altındayken, otobüsün Adliye’nin önünden sağa döndüğünü görmüş.
“Niye bekliyorsun öyleyse?” diye sordum
Kollarını iki yana açıp, “Bilmem!” dedi, başıyla durakta oturmuş bekleyen iki adamı gösterdi. İkisinin de ağzında sigara; dosdoğru karşıya, fakültenin karanlık bahçesine bakıyorlar. Hiçbir şey beklemiyor gibiler. Oturuyorlar.
Kaldırıma bir taksi yanaşmış; şoförü dışarıda sigara içiyor. Bizden iş çıkmayacağını düşünüyor olsa gerek. Belki de pazarlık yapmaya kalkışmayalım diye ilgisiz davranıyor.
“Ulus’a doğru yürüyelim,” diyorum, “hem biraz açılırız.”
Mahir sadece sarhoş değil, sıkıntılı da sanki. Ben de içtim ama rahatlayamadım.
Yalpalayarak yürüyoruz. Yolun karşısındaki okulların bahçelerinden ıhlamur kokusu geliyor. Mahir’in burnu tıkalı, kokuyu almak için uğraşıyor. Hafifçe sırtına vuruyorum.
“Boş ver!”
Lunaparkın ışıkları sönmüş. Gar ışıklı, güzel görünüyor. Uzaklarda gökyüzünün koyu laciverdine karışan tepeler sokak lambalarıyla benek benek. Ay iyice yükselmiş, ufalmış.
Kiminle içtiğimi sordu Mahir. Yalnız olduğumu söyleyince üzüldü, elini omzuma koydu. O, liseli arkadaşlarıyla birlikteymiş. Yılda birkaç kez toplanıyorlar biliyorum.
“Taşkınlık yaptın mı?” diye soruyorum, “Olay çıkardın mı?”
Gülüyor. “Bu akşam sakindim,” diyor, ama bana, “Bu akşam canım çok sıkkındı,” demiş gibi geliyor. “İstediğim hayat bu değil. Böyle bir hayat için mi uğraştık onca yıl!”
Başımda pis bir ağrı.
Elimdeki naylon dosyayı gösteriyor Mahir, “Nedir bu, iş mi?”
Haftasonu evde biraz çalışmam gerektiğini söylüyorum. Başımı havaya kaldırıyorum. Ensemi ovuşturuyorum.
Mahir birden “Otostop yapalım mı?” diye soruyoru.
Opera’nın oradan Talat Paşa Caddesi’ne çıkıyoruz. Yıllar önce, uzaktan tanıdığımız biri bize, başparmağı kaldırarak değil, avuş yere bakacak biçimde eli aşağı yukarı sallayarak arabaların daha rahat durdurulacağını söylemişti. Mhair kolunu uzatıp onun söylediği gibi elini sallıyor. Bir yandan da bana gülümsüyor…
Ön tarafında üç kişinin sıkışmış oturduğu eski bir kamyonet duruyor. Mahir şoförle konuşurken kamyonetin arkasındaki büyük mavi bidonları, bidonlara yaslanmış oturan bir adam ile on yaşlarındaki çocuğu görüyoyurm. Baba oğullar galiba.
Kamyonetin kasasına tırmanıp selamlaşıyoruz. Biz oturunca adam kasaya vuruyor. Kamyonet sallana sallana hareket ederken rüzgar bizi her yerimizden sarıp sarmalıyor. Başımızın üzerinden ağaçların yemyeşil dalları, sokak lambaları ve gökyüzü geçiyor. Ferahlıyorum. Mahir de neşeleniyor.
“Yolculuk…” diyorum.
Mahir başını sallıyor, “İçimizdeki taşlar yerine oturuyor,” diyor.
Başka bir şey konuşmuyoruz, etrafı seyrediyoruz.
Şeker Fabrikası’nın geniş, düz arazisinin yanından geçerken Ay bütün manzaraya hakim oluyor.
Mahir dizlerimin üzerindeki dosyayı alıp kıvırıyor. Dürbün gibi yapıyor. Gülüyorum. Mahir de gülüyor. Sonra bana veriyor dürbünü. Gözümü bir ucuna dayayıp Ay’ı hedefliyorum. Ay bir görünüp bir kayboluyor.
Dürbünü indirince, başını babasının omzuna dayamış çocukla göz göze geliyoruz.
“Ben de bakabilir miyim?” diye soruyor çocuk, şimdi doğrulduğu için başı hafifçe sallanıyor.
“Elbette!” diyorum dürbünü çocuğa uzatırken.
Mahir ile birbirimize yaslanıp, çocuğun dürbünü heyecanla gökyüzüne doğrultuşunu, orada gördüklerine hayran hayran bakışını seyrediyoruz.
Barış Bıçakçı
İzdiham