Behçet Necatigil ve Divan Şiiri
Nurullah Ataç, Batı medeniyetine girebilmemiz için divan şiiri dahil bütün değerlerimizi terk ederek Greko-Latin köklerine bağlanmamız gerektiğine inandığı halde has şiir okumak istediği zaman divanlara başvururdu. Bu şiirin sesiyle öylesine yoğrulmuştu ki, kafasıyla karşı olduğu halde, gönlüyle ona bağlıydı. Okuruma Mektuplar’ındaki bir yazısında, “Biz yaşlılar da siz gençler de ondan daha büsbütün ayrılmadık, onun sesi bize yabancı gelmiyor; o sesi duyar duymaz içimizdeki şiir teli titremeye başlıyor,” diyordu. Divan Edebiyatı Beyanındadır isimli kitabında eski şiirimizi insafsızca eleştiren Abdülbaki Gölpınarlı’ya ilk itiraz sesi ondan yükselmişti.
Bu hususta Nurullah Ataç yalnız değildir. “Şi’r-i kadim”in bir meşale gibi elden ele devredilerek kıyamete kadar yaşayacağına inanan Yahya Kemal, modern Fransız şiiri ölçü alındığı takdirde, mesela Yenişehirli Avni Bey’i saf şiire Tevfik Fikret’ten daha yakın, dolayısıyla daha modern bulurdu. Ahmet Hamdi Tanpınar da “Eski Şiir” başlıklı yazısında, “Eski şiirin tadı gittikçe beni daha fazla sarıyor. O kadar ki divanlardan ayrı geçirdiğim zamana acıyacağım geliyor. Bir zamanlar ben de onu kâh yaşa ve kâh etrafımdaki havaya uyarak ihmal etmiştim; şimdi içimde onu her şeklinde daha mütekâmil ve yüksek bulmağa çalışan bir taraf var,” diyor.
Hasan Âli Yücel bile, devlet işlerinden uzaklaşıp kendi kendisiyle başbaşa kaldığı zaman Âlî mahlasıyla Fuzuli tarzında gazeller yazarak bir divan oluşturmuştu. Kızı rahmetli Canan Eronat, ne yazık ki bu divanın yayımlanmasına izin vermedi. Cemal Kurnaz, Âlî Divanı’nı incelemiş ve 1995 yılında düzenlediğim “Şeyh Galib Sempozyumu”na bu konuda bir bildiri sunmuştu.
***
Şair olarak bütün gayreti, eski şairler gibi şiiri yoğun bir söyleyişe, mükemmel bir istife ulaşmak, kelimelerin çağrışımlarıyla arka planda geometriler kurmak olan ve bu amaçla divan şiirinden çok yararlanan Behçet Necatigil’i de unutmamak gerekir.
Turgut Uyar ve İlhan Berk gibi İkinci Yeni şairlerinin sadece biçime dayalı denemelerinin aksine divan şairlerindeki şiir disiplinine önem veren Necatigil’in dikkate değer düşünceleri vardı. Modern Batı şairleri eski Yunan ve Hıristiyan mitoslarından faydalanıyorlarsa, biz de kendi mitos ve menkıbelerimize yönelmeliydik. Divan şairlerinin sürekli atıfta bulundukları tasavvufi menkıbelerin ve Kısas-ı Enbiya’nın baştan sona istiareler dünyası olduğunu, şairlerin de şiir okuyucularının da köklere inebilmek için bunları bilmeleri gerektiğini, esasen efsaneler olmadan şiir yazılamayacağını düşünen Necatigil, “Şiir ne yana yönelirse yönelsin, geçmişten tam kopamaz. Eski motif ve imgeleri de değerlendirmek, onlarla da beslenmek zorundadır. Kendimize, yani eski yüzümüze gözgü (ayna) olmamız, kendimize özgü olmamızı kolaylaştırır,” diyordu.
Necatigil’in eski şiirden yararlanmak bir yana, eski tarzda şiirler de yazdığını ve bu şiirlerle dost meclislerini renklendirdiğini yeni öğrendim. Ayşe Sarısayın ve Şaban Özdemir’in yayına hazırladıkları Dost Meclislerinde Kasideler isimli kitapta yer alan kaside ve gazeller, biraz da eğlenip şakalaşmak amacıyla yazılmış bile olsa, Necatigil’in eski şiirle haşir neşir olduğunu ve rahatlıkla kalem oynatacak derecede ustalaştığını gösteriyor.
Behçet Necatigil’in kızı Ayşe Sarısayın, annesinin ölümünden sonra evini boşaltırken bulduğu kutularda sayısız belgeyle karşılaşır. En büyük sürpriz ise babasının eski harflerle yazdığı gazel ve kaside tarzında şiirlerdir. “Kasidelerin bunca yıl saklı kalmasının en önemli nedeni, hemen hepsinin eski yazı olması ve ne yazık ki ailede eski yazı okuyabilen kimsenin bulunmamasıydı,” diyen Ayşe Sarısayın, çevrimyazı ve notlandırma işi Şaban Özdemir’in üstlendiğini, kendisinin de bu manzumelerde isimleri geçen kişiler hakkında ablasının da yardımıyla bildikleri yazdığını söylüyor. Kitap bu yönüyle Necatigil’in çevresi hakkında önemli bilgiler ihtiva etmektedir.
Ayşa Sarısayın çok değerli bir yazardır; babasından kalanları, birçoklarınca yapılanın aksine çöpe atmamış, Şaban Özdemir’in yardımıyla edebiyat tarihimize ve kültürümüze kazandırmıştır. Bu hassasiyete ve şuura sahip olmayan nice “evlat”ların dedelerinden, babalarından kalan nice değerli evrakı çöpe attıkları, hatta yaktıkları düşünülürse neleri kaybetmiş olabileceğimiz daha iyi anlaşılır.
***
Bu yazıyı noktalamadan önce şunu söylemek isterim: Divan şiiri, hiçbir edebî geleneğe nasip olmayan beş yüz yıllık geçmişiyle gerçekten büyük bir şiirdir. Tanzimat’tan sonraki şairler, kendilerini, âdeta gök kubbe altında söyleyecek söz bırakmayan divan şairleriyle devamlı hesaplaşmak zorunda hissetmiş, onların büyüklüğü altında ezildikleri için kolay yolu tercih edip bu büyüklüğü inkâra kalkışmışlardı. Yakın zamanlara kadar divan şiiriyle herhangi bir şekilde -inkâr etmek için bile olsa- alışverişe girmeyen şair yoktu.
Divan şiiriyle artık Edebiyat Fakültelerinin “Eski Türk Edebiyatı” kürsülerindeki uzmanlar ve bir avuç meraklı dışında ilgilenen yok gibi. Artık alfabe engelinden söz edilemez, çünkü bütün önemli şairlerin divanları yeni harflerle yayımlandı. Ama dil engelini aşmak ve bu şiirin arkasındaki dünyaya nüfuz etmek özel bir gayret ister.
Sözün kısası, beş yüz yıllık muhteşem bir şiir birikimini artık bir gizli hazine (genc-i mahfî) olarak görmek gerekiyor. Bu hazinenin kapılarını açacak anahtarlara sahip olanlar halis inciler devşirebilirler. Esasen Nâbî asırlarca evvel bugünleri görerek “rest”ini çekmişti:
Egerçi köhne meta’ız revâcımız yoktur
Revâca da o kadar ihtiyâcımız
yoktur.
Beşir Ayvazoğlu, Kaynak: Karar
İZDİHAM