Çok çalıştım. Emek verdim. Sabahlara kadar ders çalışırdım ben. Arkadaşlara giderdim. Arkadaşlar da bize gelirdi. Sigar-çay içip ders çalışırdık. Final zamanları uyku nedir bilmezdim. Onlarca madde, yüzlerce konu hâlâ hafızamdadır. Diyeceğim, kötü bir öğrenci değildim aslında, ama bir türlü olmadı. Hukuk fakültesi bitmedi, bitiremedim.
Fakülteyle ilişiğim de tamamen kesildi. Tuğla kalınlığındaki kitaplarıma bakıp zırıl zırıl ağladığım günler oldu.
Ağlamalarım kesilmiş değildir. Ağlarım. Ağlamak benim arkadaşım.
Kardeşler, hukuk fakültesi diğer fakültelere hiç benzemez… Hukuk fakültesini bitiremeyen birisini neler yaşadığını tahmin edemezsiniz. Onun yaşadıkları özel bir durumdur. Aynı durum bir de askerlerde olabilir, askeri okulla ilişiği kesilenlerde. Çünkü bu iki tip adamlarla günlük yaşamda çok karşılaşılır. Televizyona bakarsınız dizilerde, haberlerde, mutlaka karşınıza çıkar bir avukat, bir yargıç, bir subay. Sanki devamlı başınıza kalkılan bir şeydir o mevkilere gelememiş olmanız.
Tıpçılarda ise yukarıda bahsettiğim durum yaşanmaz. Çünkü tıp fakültesinden mezun olamayanlar ya delirir ya da intihar ederler. Kimyaları daha farklıdır onların…
Annem fakülteden ilişiğim kesildiğinden beri yastaydı…
Sonra düzeldi. Çünkü yalan söyledim. Bir tek değil, birçok yalan söyledim. Yalanlar söylemek zorundaydım. Zor mu zor bir durumdaydım çünkü.
On iki sene önce ne hayallerle beni Cebeci’ye, ilk derse göndermişlerdi. Üzerimde kırmızı kareli bir gömlek vardı, gömleğim ‘oduncu gömleği’ dedikleri gömleklerdendi. Pantolonum ona uygundu, bej renk spor bir pantolondu. Gözlüklerim büyüktü. Herkesin gözlükleri büyüktü. Herkesin saçları uzun değildi ama. Ben saçlarımı sonradan uzattım.
Askere gidip geldim…
Askerde hukuk fakültesi mezunları askeri mahkemede çalışıyordu…
Artık bir işte çalışmak gerekiyordu; bir sabahtı, annem dedi: “Bir iş bulmalısın.”
Gün boyu iş aradım.
Yıl boyu iş aradım.
Tabiî, bir iş bulamadım. Ülkemizde iş bulmak, hem de, hemen bir iş bulmak basit bir şey değildir. Her işte de çalışamam ki ben; mezun olmuşum-olmamışım, sonuçta fakülte görmüş bir adamdım…
Bundan iki sene önce anneme “Kalan derslerime af çıktı,” dedim, “bir hafta sonra sınav var.”
Bir hafta sonra sabah evden çıkıp ikindiye kadar parkta oturdum…
Ertesi gün Kızılay’a inip vitrinleri gezdim. Akşam eve geldiğimde “Üç dersimi vermişim,” dedim.
Bir ay sonra evden takım elbiseyle çıkarken avukatlık stajına başladığımı söyledim.
Mine ile tanışmıştık. Mine mağazada çalışıyordu. Sevilen bir tezgâhtardı. Mine benim avukat stajyeri olduğumu sanıyordu. Elimde pembe dosyalardan vardı yalandan.
Mine’yle öğlen araları bazı buluşuyorduk. Birlikte yemeğe çıkıyorduk. Bende pek para olmuyordu; ama avukat çıkınca çok param olacaktı, bu yüzden Mine ödüyordu yemek hesaplarını. Mine bana yatırım yapıyordu; Mine bana yemek, gülücük ve öpücük bursu veriyordu…
Mine bana takım elbise hediye etti. Krem renk… Ankara’dan giderken onu giyeceğim. Ama mavi kravatını takmayacağım, hiç kravat takmayacağım.
Mine’ye göre, bir avukat namzedinin her zaman şık olması, gerekirdi. Mağazanın avukatı neredeyse her gün değişik bir takım elbise giyiniyormuş. Avukat olunca ben de giyinecekmişim. Şimdiden şık olmaya başlamalıymışım. Mine hep benim yanımdaymış. O hep benim yanımda olmak istiyormuş. Mağazadaki kızlara benden bahsetmiş. Mağaza sahibine de benden bahsedecekti. Mine diyordu ki: Eski avukat yerine senle anlaşılır, Koray Bey beni kırmaz, bizim mağazanın icralarına baksan yeter…
Başladığım yalandan stajın üzerinden bir yıl geçmişti. Artık zamanı gelmişti, anneme Avukat oldum, dedim, baroda cübbe giyinip namusum ve şerefim üzerine yemin ettim!
Benim de namusum ve şerefim vardır…
Sevinçten bayıla yazmıştı annem. Haftasına konu komşuyu eve ziyafete çağırdı.
Geldiler komşular; hediyeler de getirdiler. Akşam masanın üzeri gömlek, iç çamaşırı, –birisinin oğlu Antep’den gelirken getirmiş– lokum vardı.
Annem beni evlendirmek için kız aramaya başlamıştı: Sarışın olsun, diyordu, uzun boylu bir öğretmen…
Mine benim onunla evleneceğimi düşünüyordu. Sarışın, uzun boylu, öğretmen… Minoş ne yazık ki, sen bu kriterlere hiç uymuyordun.
Minoş bir gün beni evlerine davet etti, annesiyle tanışmamızı istiyordu. İş çıkışı mağazadan aldım Minoş’u. Güven Park’a kadar yürüyüp metroya bindik. Metro kalabalıktı. Ayakta gittik Batıkent’e kadar. Düşmemek için birbirimize sıkı sıkı sarıldık. İvedik’de boşalan yerler oldu, ama oturmadık.
Minoş’un annesinin elini öptüm. İsmi Nezaket kadının. Ayaklarıma terlik verdiler. Ben kedileri sevmem. Kedileri var. Kedilerinden çekinince kedilerini Nezaket annenin odasına kilitlediler.
Yemeğe oturduk. Bunlar anne kız çok iyi insanlarmış. Minoş’un babası olacak adam berbat adamın tekiymiş, İçkisi-kumarı varmış. Nezaket’i dövüyormuş. Bir keresinde Minoş’u da dövmüş. Nezaket anne ondan boşanmış…
Orada, konuşma arasında da kadına ‘Nezaket anne’ dedim. Ağzımdan öylesine çıkmadı, mahsus dedim. Hoşlarına gitti bunların. Damatları olmam hayallerinin üzerine bu hitabım iyi gitti. Ana-kız birbirlerinin yüzüne baktı. Minoş mahcup olur gibi yaptı. Ankara’da kızlar mahcup olmayı beceremez ama.
Biz Ankara’ya gelmeden önce, Erbaa’da kızlar ciddi ciddi mahcup olurdu. Yalandan mahcup olmazdı kızlar. Mahcup olmaları gerektiği halde mahcup olmadıkları bir durum söz konusu olduğunda ise mahcupluk numarasını iyi becerirlerdi. Çünkü daha önce mahcup olmak başlarına gelmiştir. Minoş hayatında kaç kere mahcup olmuştur ki? Bence hiç olmamıştır…
Nezaket anne, he he, çay koymak için mutfağa gidince Minoş’la odasına gittik. Minoş elimi tuttu.
Minoş elimi tuttu ve beni çok beğendiğini, söyledi. Tabiî beğenirsin dedim, içimden dedim. Avukat olacağımı sanıyorsun, dedim, o yüzden beni beğeniyorsun. Kafaladım diyorsun, dedim içimden, bir gözü açılmamışı…
Minoş nasıl derler, oynadım seninle. Pisipisi, benim gözüm çoktan açıldı. Ankara’ya ilk geldiğimiz günlerde çok sıkıntı çekmiştim. Hiç kolay değildi benim için Erbaa’dan gelip burada yaşamak, tıkış tıkış otobüslere binmek, kalabalık caddelerde yürümek…
Babam emekliye ayrılmıştı Ankara’ya geldiğimizde.
Her şey zordu.
Minoş elimden tutup yatağına oturttu. Kocaman bir yatağı vardı.
Minoş benden gebe kalsan, ne güzel olurdu; benimle evlenmek zorunda kalırdın. –Gerçi artık kadınlar böyle bir zorunluluk hissetmiyor.– Şimdi beraber giderdik Ankara’dan ya da ben gelip sizin eve yerleşirdim…
Minoş cdlerini çıkarttı, anlamadığım şarkılar dinletti. Biz arkadaşlarla ders çalışmaktan yorulduğumuzda Yaşar Kurt, falan dinlerdik:
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar’da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Teyzem Niksar’daydı. Yazları görüşürdük onlarla. Belki gidip Niksar’a yerleşirim…
Hayır, gidip Niksar’a yerleşemem. Herkes, bütün akrabalar annemin oğlunun bir avukat olduğunu bilsin.
Annem, eş dosttan “Oğlunun bürosu nerede?” diye soranlara “Arıyor,” diyordu, “en kısa zamanda bulacak!”
Canım. Çok mutluydu…
Babam öldü çoktan. O öldükten sonra anneme o yalanları söyledim.
Yalan söylemeseydim de, ne yapsaydım; kadın günden güne eriyordu, buz gibi eriyordu. Babam öldü, ama annemi kurtardım.
Babamın ölmesi güzel oldu. Babam hayatta olsaydı onu kandırmak –diyeceğim ama kandırmak niyetiyle bu yalanları söylemedim ben– zor olurdu, avukatlık ruhsatımı sorardı mesela. Annem ruhsat falan akıl edemezdi, ama bürodan bahsediyordu. Gerçi diyebilirdim: Avukatlık yapmak istemiyorum, başka bir iş yapmalıyım. Ama o, onu istiyordu, büroyu…
Mükemmel hayat yoktur. Yalan dünyada da her şey yolunda gitmez.
İstedi, babama yeni mezar taşı yazdırdım. Şöyle yazdırdım: Avukat Zeki Sertel’in babası Hikmet Sertel…
Bayram sabahı taksi çağırdım, mezarlığa gitmek için.
Mezarlıkta yoruldu. Eve gelince yatağına uzanıp uyumaya başladı.
Horul horul horluyordu. Horlasındı, ne isterse yapsındı…
Avukatlık bürosu açtım desem, demeyecek miydi, bürona gelip bir göreyim. Diyecekti.
Diyecekti ve o zaman her şey ortaya çıkacaktı! Her şey ortaya çıkınca kalp krizi geçirirdi! Kesin ölürdü!
Hayır, bunun olmasını istemezdim. Annem gerçekleri öğrenmeden ölmeliydi…
Bebekler gibi uyuyordu. Yüzünü ter basmış, ak saçları anlına yapışmıştı. Öksürdü.
Öksürünce ben ona papatya ve denizkadayıfı kaynatırdım. Öksürüğüne iyi geliyordu anneciğimin.
Hadi anne, dedim, içimden dedim. Öl anne, dedim, yani içimden dedim, uyansın istemedim. Annecim, ne olur annecim, dedim, içimden dedim…
Öldü annem! Ben bir şey yapmadım, kendiliğinden öldü. Kimsenin aklına bir şey gelmesin, yani yastığını alıp yüzüne bastırmadım annemin. Oh, gerçeği öğrenmeden öldü. Sabah uyanmadı.
Doktor, kalbi durmuş, dedi. Babamın yanına gitti. O bir avukatın annesi olarak öldü.
Cenazesi çok kalabalık olmadı. Siyah takım elbise giyindim. O, mutlaka avukatların cenazelerde de takım elbiseli olduğunu düşünürdü.
Bir sene geçsin, mezarını yaptırmaya geldiğimde mezar taşını babamınki gibi yazdıracağım…
Mine? Mine umurumda değil benim, bir zamanlar bana ne avukatlar talip olmuştu gibisinden bir ömür öğünüp duracağı malzeme verdim, bu yeter ona. Zaten gebe değil. Aramızda hiçbir şey geçmedi, hiçbir şey…
Son gördüğümde üzerinde gülkurusu bir tayyör vardı!
Mine’nin sarı tayyörü de güzeldir.
Gidiyorum. Sabah ufak bir bavul yaptım. Bir bavulla gideceğim. Bütün eşyaları bıraktım. Bizden sonraki kiracı alsın onları.
Gidiyorum, yalanlar söylemediğim bir yere. Ama nereye bilmiyorum. Artık terminalde karar veririm gideceğim yere. Terminalde kitap mitap satıyorlar, belki harita da vardır, alıp bakarım, bir yer seçerim…
Haritalar, keşke, nereye gideceğini bilemeyen insanlara nereye gideceklerini gösterebilseler…
Bekir Şamil Potur
İzdiham