Berat Karataş, Gösterime Giren Sinema Filmlerini Değerlendiriyor
Benim Adım Feridun
Mahir Ünsal Eriş’in bir hikâyesinden mülhem çekilen filmin senaristi ve yönetmeni Çağan Irmak. Irmak artık yaptığı her işle gündeme gelen ve yapıtlarına saygı duyulan bir yönetmen. Bundan önceki Babam ve Oğlum, Mustafa Hakkında Her Şey, Ulak ve Dedemin İnsanları gibi filmleriyle bu övgüleri hak ediyor galiba. Fakat başka bir şey var. Bir sanatçı, eserlerini ne zaman “seri üretime” geçirirse kalite hemen düşmeye başlıyor. Buna birçok örnek verebiliriz. Irmak da son 4 yılda çektiği 4 filmle, bu talihsiz duruma düştü. Tamam Mıyız? (2013), Unutursam Fısılda (2014), Nadide Hayat (2015) ve son filmi Benim Adım Feridun (2016) ile her yıl bir film çekmeye başladı.
Geçtiğimiz hafta vizyona giren filmin konusu şöyle: yeni terkedilen Ersan aşk acısı içinde kıvranırken bir sahil kasabasına, kafa dinlemek için gider. Bir akşamüstü çalgılı çengili bir düğüne rastlar ve kendini biraz toparlamak ve eğlenmek için düğün salonuna girer. Fakat gittiği bu düğünde onu yıllardır görmedikleri akrabaları Feridun sanırlar. İşler bu aşamada çıkmaza girer ve Ersan bir geceliğine dahi olsa Feridun’u oynamaya başlar. Bu sırada düğünde gördüğü Hayal’den de hoşlanmaya başlayınca durumlar iyice sarpa sarar. Çağan Irmak son iki işinde dramdan uzaklaşarak, biraz daha komedi ağırlıklı filmler yapmaya başladı.
Filmin oyuncuları: Halil Sezai Paracıkoğlu, Büşra Pekin, Özge Borak, Tarık Papuçcuoğlu, Suzan Aksoy ve Defne Yalnız. Halil Sezai’yi terkedilmiş ve kaybeden adam olarak görmeye alışığız. (İncir Reçeli serisinden) Bu nedenle Çağan Irmak oyuncu seçimi konusunda riske girmemiş. Seyircinin tanıdığı bir karakteri almış, filme yerleştirmiş. Doğal olarak sırıtmamış. Filmin görüntü yönetmenliğini üstlenen Gökhan Tiryaki’yi de anmadan yazıyı sonlandırmayalım.
Julieta
Pedro Almodóvar’ın yirminci uzun metraj filmi. İlk olarak Cannes’da seyirci karşısına çıktı. Yaklaşık iki buçuk haftadır da Türkiye’de vizyonda. Tabii ki oldukça az kopyayla dağıtımı yapıldı. Önümüzdeki günlerde salonlardan afişi kaldırılacaktır.
İspanyol usta yine bir kadın hikâyesini beyaz perdeye taşımış. Aslında yine daha önce yaptığı bir anne-kız öyküsü. Ama bu sefer flashbackler ile ilerliyor. Orta yaşlarda olan Julieta, sevgilisi ile Madrid’den Portekiz’e taşınıp yeni bir hayat kurmanın planını yapar. Bir gün sokakta, kızının eski bir arkadaşından haber alır. Kızının hayatta olduğunu, üç tane de çocuğu olduğunu öğrenir. 12 yıldır görmediği kızından haber alınca Madrid’den ayrılmaktan vazgeçer ve kızına uzun bir mektup yazmaya karar verir. Bu anda eskiye dönüşlerle, iki kadının hikâyesini görürüz yönetmenin vizöründen.
Sakin, abartıya kaçmayan bir dram çıkmış Almadovar’ın elinden. Nobel ödüllü yazar Alice Munro’nun üç kısa hikâyesinden uyarlandığı söylenen film sadeliği ile kalbe inceden dokunuyor. Sevginin en saf hallerinden olan evlat sevgisini, bunun yanında açıklanmayan sırları, kini ve öfkeyi görüyoruz.
Filmin oyuncu kadrosunu ise Emma Suárez, Adriana Ugarte, Michelle Jenner ve Rossy de Palma oluşturuyor.
Kubo and the Two Strings
Bu haftanın animasyon yapımlarından biri Kubo ve Sihirli Telleri.
Dream Works ve Disney filmleri kadar dağıtım bulamıyor böyle filmler. Çizgileri özgün, hikâyesi özgün ve belli animasyon kalıpları dışındalar. Bu nedenle böyle yapımlara daha çok dikkat çekmek istiyorum. Filmin en büyük özelliği “stop motion” tekniği ile çekilmiş olması. Biraz araştıranlar görecektir, ne kadar zahmetli ve zor bir iş olduğunu. Bu nedenle ayrıca bir takdiri hak ediyor.
Filmin yönetmeni Travis Knight’ın ilk uzun metraj işi. Filmin seslendirmelerini ise Art Parkinson, Charlize Theron, Ralph Fiennes, Matthew McConaughey, George Takei ve Rooney Mara gibi isimler yapmış. Hikâyesi belli kalıpların içinde fakat menşei olarak Uzak Doğu efsanelerini ve felsefesini seçmiş.
Bazı özel güçleri bulunan Kubo’nun eski bir takım “kan davaları”nın ortaya çıkmasıyla hayatı altüst olur. Karşısındaki kötü güçlerle savaşabilmesi için babasının Samuray zırhını bulmak zorundadır. Bu yolculuğu yine klasik “kahraman hikâyeleri” kalıbında sürüyor. Fakat film, sonunda asıl gücün ne olduğuna dair zihin açıcı fikirleri sunuyor izleyicilere.
Haftanın Önerisi
Dheepan – 2015 (Yön: Jacques Audiard)
Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü alan Fransız yapımı film, bir Mülteci sorununu işliyor. Sri Lanka’daki iç savaş sırasında, Tamil Kaplanları arasında bulunan Dheepan, tüm ailesini ve silah arkadaşlarını kaybetmiştir. Fransa’ya göç etmek için de aile bulmak zorundadır. Hiç tanımadığı bir kadın ve kızla sahte aile kurarak Fransa’ya giderler. Orada bir toplu konuta yerleşen aile özelinde, mültecilik, göç, sosyal sınıf farkları gibi sorunları işliyor yönetmen.
Bu filmin bir özelliği de içinde Tamilce kullanılan ilk film. (Neredeyse yarısında dil, Tamilce.) Oyuncuların doğallığı (anne ve kızı oynayan oyuncuların ilk deneyimleri) filmi bir o kadar gerçek kılıyor. Okulda sorun yaşayan küçük kız, gangster çeteleriyle karşı karşıya kalan kapıcı baba ve hayalleri olan genç anne. Hüznü ve trajediyi çok derinden hissediyorsunuz filmde.
Şöyle bir hatırlatma yapmak isterim, 2015 senesinde Fransa, Oscar adayı olarak Türk asıllı yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in Mustang filmini göstermişti. Fakat iki filmi kıyaslayınca Dheepan’a ne kadar büyük haksızlık yapıldığını göreceksiniz.
Güzel kadrajlar, etkileyici renkler ve doğal oyunculuklar filmin kalitesini yukarı çıkarıyor. Filmle ilgili tek eleştirilecek kısım belki de sonu. (O kısmı anlatmayıp, siz değerli okuyuculara/izleyicilere bırakıyorum yorumu)
Filmde yürek burkan detaylar çok fazla ajite edilmeden sunulmuş, bu nedenle daha gerçekçi olmuş. Sinemadan çıktığımda içimde bir acı olduğunu hatırlıyorum.
Mülteci sorunları keşke “geçekte” de Fransa ve diğer Avrupa ülkelerini ilgilendirse, ne güzel olur.
Berat Karataş
İZDİHAM