Passengers
Hayatı, sadece bu dünyadan ibaret görenler için oldukça zordur yaşamak eylemi. Çünkü kötülük, yoksulluk, şiddet bütün coğrafyalarda hüküm sürüyor. Umudunu “dünya”dan kesenler için, özel bir şirket, yeni keşfedilen bir gezegene, koloni kurmak amacıyla, beş bin kişiyi ultra lüks bir uzay gemisiyle, yüz yirmi yıl sürecek olan uzay yolculuğuna çıkarıyor. Yolcular teknoloji sayesinde uzun bir uykuya yatırılacak ve gemi varış noktasına gelmeye yakın yolcular uyandırılacak.
Otuz yıllık seyahatini tamamlayan büyük uzay gemisi bir gök cismiyle çarpışınca, gemide bazı arızalar meydana geliyor. Beş bin yolcudan biri olan, mühendis Jim Preston, uykusundan uyanıyor. Bu aşamadan sonra hikâye Cast Away veya Robinson Crusoe’a dönüyor. Tek fark, yapayalnız kalan kahramanımız, etrafı okyanusla çevrili bir adada değil, gezegeninden binlerce ışık yılı uzakta, yıldızların arasındadır. Ayrıca teknolojinin son harikaları ve her türlü lüks onun kullanımına hazırdır. Tek sorun doksan yıl boyunca andoid garson ile baş başa yaşayacak olmasıdır. Uzayda tek başına kalma vakası denince de akla iki sene önce vizyona giren The Martian filmi geliyor.
Tamamen steril bir ortamda, çıldırmak üzere olan Jim’in bir şansı vardır, “uyuyan güzel”i uyandırmak. New Yorklu gazeteci-yazar Arurora Dunn’ın uyanması ile batılı ve modern bir Âdem ile Havva hikâyesi başlıyor.
Filmin ilk yarısı oldukça akıcı, kısmen de özgün. Yapımda yeni bir dünya kurgulanmış ve hikâyede standart öğeler “pek” yok. Fakat ikinci yarıda aksiyonun da devreye girmesi ile klişe unsurlar her yanı dolduruyor.
Filmde oldukça popüler ve başarılı oyuncular rol almış. Zaten bir elin parmağını geçmeyen kadroda: Jennifer Lawrence, Chris Pratt, Michael Sheen ve Laurence Fishburne gibi isimler yer alıyor. Filmin yönetmeni Morten Tyldum, senaristi ise Jon Spaihts.
Dünyadan ümidini kesen insanlar, uzay gemisinde yeni bir dünya kuruyorlar kendilerine. Filmin aslında vermek istediği mesaj da burada ortaya çıkıyor: Yaşam “aşk” olduğu zaman değerlidir. Aşkı bulmaya çalışın, eğer dünyada bulamazsanız, gezegeninizden binlerce ışık yılı uzakta dahi bulabilirsiniz. Tabi yerse.
Moana
Disney hakkında düşüncelerim pek olumlu olmasa da yaptıkları bütün işlerde bir kalite standardı tutturmaları takdire şayan. Genelde bir efsaneden (bazen kendi ürettikleri efsaneler de oluyor) yola çıkarak yaptıkları filmlerde müzikal havayı hiç bırakmıyorlar. Sadece çocuklar için değil, yetişkinlere yönelik işler de yapan Disney’in son yıllarda farklı animasyon şirketlerinin çıkması ile yıllardır oturduğu taht bir nebze de olsa sallandı. Tekelinde tuttuğu sektör genişledi. Bu da animasyon filmlerin daha da nitelikli işler olmasını sağladı kanaatimce.
Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir yerde geçen hikâyede kısaca “doğa ana” diye tanımlayacağımız tanrının kalbi çalınmıştır ve hırsız başka bir düşmana yenilince kalp (yeşil bir taş) okyanusun derinliklerinde kaybolmuştur. Kahramanımızın yaşadığı ve müreffeh bir hayat süren adada bazı sıkıntılar baş göstermeye başlamıştır. Balıklar tükenmiş, meyveler çürümüştür.
Ada şefinin kızı olan Moana büyükannesinden duyduğu hikâyelerle büyümüştür. Bir gün okyanusta yeşil taşı bulunca kalbi yerine götürmek için uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Tabii ilk başta yarı tanrı olan Maui’yi bulması gerekecektir.
“Kahramanın Yolculuğu”na dair, neredeyse bütün kalıpları barındırıyor film. Bu nedenle özgünlük beklemek pek yerinde olmaz. Yapım, bilinmeyene olan merakı ve gizemi hep içinde barındırıyor. Karakter tasarımları, farklı yaratıklar ve müzikleri ile başarılı bir çizgide konumlanmış. Komedi sosunu da ihmal etmemişler. (Hatta yer yer Disney kendini iğneliyor)
Kafanızı boşaltıp güzel birkaç saat geçirebileceğiniz bir yapım Moana.
Haftanın Önerisi
Goodbye Lenin – 2003 (Yön: Wolfgang Becker)
Bundan üç sene önce, DVD’den izlemiştim Elveda Lenin’i. Düşündüren, eleştiren, saklayan ve ortaya çıkaran bir yapım.
1989 yılında, Doğu Almanya’da yaşayan ve sosyalizmin sıkı bir savunucusu olan Christiane aniden komaya girmiştir. Gözlerini ancak sekiz ay sonra açar. Komada kaldığı bu süre zarfında dünya siyasetinde birçok değişiklik olmuştur. Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte sistem ve düzen değişmiş, kapitalizm Avrupa’nın her yerine yayılmaya başlamıştır.
Doktorların tavsiyesine göre, Christiane hiçbir şok yaşamamalıdır. Burada görev yirmili yaşlardaki oğlu Alex’e düşmektedir. Alex annesine sistemin ve tüm Avrupa’nın değiştiğini fark ettirmemeye çalışacaktır. Öyle ki arkadaşları ile birlikte haber bülteni çekecek, sokaktan tuttuğu çocukları annesinin yanına getirip sosyalist ezgiler söyletecektir. Yatağa bağlı olan Christiane’ın canı sosyalist dönemden kalma bir markadan turşu isteyince çöp şişelerinden eski kavanozları toplayıp, turşuları annesine böyle sunmuştur. Fakat bir şey var ki, hiçbir gerçek uzun süre saklanamaz.
İki bin sonrası Alman sinemasının en başarılı örneklerinden olan Goodbye Lenin sistemleri, insanları ve dünyayı sıkı bir şekilde eleştiriyor. Film 2003 yılında Avrupa Film Akademisi, En İyi Film Ödülü kazanmıştır.
Filmin başrollerinde Daniel Brühl, Katrin Saß, Chulpan Khamatova ve Maria Simon bulunurken senarist ve yönetmeni ise Wolfgang Becker.
Berat Karataş
İZDİHAM