Betül Nurata ile ilk öykü kitabı “Yüzümü Tanı” hakkında bir röportaj yaptık. Bizlere verdiği içten ve samimi cevaplar için kendisine teşekkür ediyoruz. Bahtı açık olsun.
Nasılsınız Betül Hanım?
Bu nasıl zor bir soru. Karşımıza milyon tane soru çıksa en zoru bence bu, “nasılsın?”
Üzgünüm. Her şey için çok üzgünüm. Endişelerimiz, korkularımız var şüphesiz, iyi temennilerimiz, dualarımız sonra…
İnşallah iyi oluruz. Bir rahatlama ferahlama oldu, ama yaşananlar geçmiş değil, belki de bir başlangıç.
Milletimizin cesaretine, fedakârlığına hayran kaldık bu süreçte, kalıyoruz. Tankları durduran şehitlerimize, gazilerimize, meydanlarda nöbet tutan herkese minnettarım.
Yine de şunu söylemek isterim:
Kendimizden bilmeyelim. Bütün yanlışlığımıza, bozulmuşluğumuza rağmen merhamet eden Allah’tır. Bir galibiyet ve zafer varsa bu Allah’tandır. Kalplere sekine veren ancak O’dur.
-Bir öykü söyleşisinde bu ifadelerin yer alacağı gelmezdi hiç aklıma, gelir miydi? Hayır, kesinlikle gelmezdi. “Nasılsın” sorusunu çarpıttığım için mazur görün.
Öykü yazmanın dışında neler yaparsınız. Sizi biraz tanıyalım.
Hemen herkes gibi zaruri meşguliyetler. Bunun dışında bana kalan her boş zaman dilimini okuyarak geçirmeye çalışıyorum. Yalnız takılırım. Üsküdar’a inerim, çay içerim, yürürüm, parka giderim, bu gibi şeyler.
Kendimi tanıtmak gerekirse… Kendinden bahsetmeyi pek seven biri değilim. Ama başkalarını tanımak isterim, dinlemeyi seven biriyim. Ne kadar az soru, o kadar mutlu ben… (İşte kendimden bahsetmiş oldum böylece.)
Öyküler, parçalı anlatım ve kısa cümlelerden oluşuyor. Alışık olduğumuz gibi baştan sonra kesintisiz ve uzun cümlelerden oluşan bir öykü değil sizin öykünüz. Sizi böyle yazmaya ne yönlendirdi? Bilinçli bir tercih mi, yoksa kendiliğinden öyle mi büyüyüp serpildi öyküleriniz?
Belki de karakterler de öyle biraz. Belki karakterler de parça parça. Belki kesik kesik ağlıyorlar ve araya başka şeyler giriyor, gülmeler, sevinmeler. Ama hep ağlıyorlar mesela.
Tek bir yerde olmak o kadar zor ki. Buradayız ama değiliz. Canımız sıkkın, çay içiyoruz, bir yandan tivitırda dolaşıyoruz. Başka bir insanın sözüyle çakışıyoruz, ona selam veriyoruz. Aynı anda milyon tane şey, parça parça…
Zaten hep böyleyiz, böyleydik aslında. Hiçbir zaman tek bir yerde olamıyoruz ki. Buradayız, geçmişteyiz, hayallerimiz var, olmak istediklerimiz, olamadıklarımız. Etrafımızda olanlar, kayıtsız kalamayacağımız her şey; hepsi bir arada, bizimle.
Bu da öykülere yansıyor haliyle.
Onun dışında –düşünüyorum, düşünüyorum…- evet, bilinçli bir tercih değil. Sanırım kendiliğinden oluştu ve devam etti. Severek ve defalarca okuduğum bazı kitapların etkisi de olmuştur şüphesiz.
İlk kitaplar, çoğu zaman yeterli ilgiyi görmezken; bazı yazarlarınsa en iyi kitaplarıdır. Sizin bu ilk kitabınız; ama insanlar dergilerden aşina size. Dergiler sizce “okul” olma hüviyetlerini hâlâ devam ettiriyor mu?
İlk kitaba varabilmek kolay olmadı. Uzun bir çalışma ve sabır dönemiydi. Yine de bu çabayı ve diğer şeyleri rafa kaldırabiliriz, çünkü her şeyin büyük bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Öyle gerçekten de…
Dergiler okul mu, bunu bilemiyorum. Bazıları için öyle olabilir-olmayabilir. Ama şunu net bir şekilde söyleyebilirim, dergiler sağlam, iyi bir yoldaş… Motivasyonu koruyor, sürekliliği sağlıyor, hep var olsunlar.
Öykülerinizde günlük hayatta kullandığımız nesnelere sıkça rastlıyoruz. Hayattan kopuk öyküler değil. Bilakis hayatın tam da içinde yaşayan öyküler. Öykülerin genelini düşündüğümüzde başkahraman olarak bir “kadın” profili var. Doğru mu anlamışım? Buna ilaveten neler söyleyebilirsiniz?
Böyle düşünmenize sevindim, teşekkür ederim.
Başkahramana gelince… Evet, kadın üzerinden akıyor öyküler. Öyle gözüküyor, ama aslında gizli kahramanlar var; bir sevgili, bir baba, bir oğul, bir ihtiyar vs. Kadın’dan ayrı düşünemeyeceğimiz karakterler bunlar. Onları anmadan geçemeyeceğim. Hepsine teşekkür ederim.
Kadın, maalesef başrolünü kaptırıyor hep. Başrol oynamasına müsaade etmiyorlar ya da bazen kendi elleriyle kaptırıyor sahnesini; herkesin hayatında var olmaya çalışarak, başkalarına müdahale ederek… Farkında olarak ya da olmayarak kendi başrolünden oluyor işte.
Ben de ona bu kaybettiği hakkını teslim ediyorum öykülerde belki. “İşte senin sahnen, hadi anlat” diyorum.
Yazdığınız öykülerin deneysel olduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır. Ama şu; her öyküde -bir başkasına göre değil- dünüme göre, bir önceki öyküye göre yeni bir şey ekleme ve deneme çabasında olduğum söylenebilir.
İmkânım olsaydı her yazara şu soruyu sorardım, diyerek o soruyu şimdi size soruyorum: şiirle aranız nasıldır?
Harika değil, ama kendi şairlerim var. Başım dara düşünce şiire sığınırım. Çantamda gezdiririm bazı şiirleri. Sadece yanımda olmaları bile iyi hissettirir. (Kitaptaki birkaç öyküde şiirin yansımalarına rastlayacaktır okur.) Bazen bir dize çarpar, tam on ikiden vurur, bir yarayı kanatır ve sonra hiç hesapta yokken yazmaya başlarım.
Öyküye sırtımı dönüp şiire baktığım oluyor. Şiiri severim, şiir iyidir, şiirsiz kalmayı kim ister.
Röportaj: İbrahim Varelci
İZDİHAM