Chloe Zhao’nun yönettiği belgesel desen belgesel değil, yol hikayesi desen yol hikayesi değil denilebilecek ihtişamlı bir film Nomadland. Frances McDormand’ ın o mimiksiz ama ilham veren oyunculuğu ile sarsmasa da titreten bir filme hazır olun. İktisatçılara göre 2008 krizi Büyük Buhran’dan daha büyük bir krizdir. Filmin baş karakteri Fern bu krizden etkilenen insanlardan biridir. Çalıştığı maden kapanmış üstüne üstlük eşini kaybetmiş, parasız bir duldur Fern. Eşinden kalan karavan ile part time çalışabileceği bir iş yerinin olduğu şehre gider ve bir karavanın “evleşme” süreci böyle başlar. Hepimize egzantirik gelen karavan hayatının zorlukları ile birlikte küçücük bir karavanın ev olarak benimsenmesi McDormand’ın oyunculuğu ve nefes kesen manzaralar ile muhteşem bir belgesel-film ortaya çıkar. Filme “Karakter sineması” ruhu kazandıran McDormand (Fern), yalnızlık, aidiyet, yaşlılık, mücadele ederken doğadaki güzelliği yaşamak ve devam etmek isteyenlere 108 dakikalık bir dünya molası verdirtiyor.
Aile kavramına ve aileyi aile yapan öğelere odaklanan Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda’ nın “Shoplifters” filmi belki de bundan önce yaptığı tüm film ve belgesellerin iç içe geçmiş halidir. Film yine bir ekonomik durgunluk sonrası fakir bir ailenin hayatını anlatıyor gibi görünse de alt tema filmin sonlarına doğru ortaya çıkıyor. “Anne olmak için illa doğurmak mı gerek” derken gözlerimizin içine bakıyor mesela. “Bana baba demeyecek misin” derken filmin sonundaki “baba” sesiyle iç çekiyorsunuz. Beş kişilik fakir ama tatlı bir aile gibi görünen aile, gerçekten bir aile mi? O karışık küçük evde kalbi kocaman olan insanların bir araya gelmesi ama bunun farklı yollardan anlatılması… Aile olmak için biyolojik bağların anlamı ya da anlamsızlığı üzerine kafa yormak isteyenlere. İzlerken “nedir bu Japonların aile takıntısı” diyebilirsiniz. Ben dedim.
Ne zaman bir İran sineması izlesem tepkisiz diyaloglar ve arka sesler gelir aklıma. Abbas Kiyarüstemi’ nin “Kirazın tadı” filmi de o filmlerden biri. Bol ambulans, korna, kamyon ve özellikle kuş sesleri. Filmin en başında “ne arıyor bu adam” dememek neredeyse imkânsız. Ya da arabasına aldığı kürt askere yaptığı teklifin “ahlaksız” olma ihtimalini düşünmemek. İntihar etmek istemeyen bir adamın intihar etmek istemesini konu alan filmde, insanın “git ilacını yut insan gibi intihar et” diyesi gelse de mesele başka. Mesele üzerime yirmi kürek toprak at meselesi de değil “beni bu istekten vazgeçirecek bir şeyler yap” meselesi. “Birinin üzerine toprak atamazsın” diyen askere “eğer yaşasaydı karşılık vermek için ayağa kalkardı” derken “belki de karşılık vereceğim sen at toprağı” demek istiyordu belki. “Dut yedin hayatın değişti sorunların bitti mi yani?” sorusuna “hayır her şey aynıydı ben değiştim” şeklinde bir cevap istiyordu ya da. “Eğer geldiğinde ben ordaysam üzerime iki taş at belki uyuyorumdur” derken “uyanmayı” umut ediyordur. Şiir gibi toz toprak ve aşırı “toprak” içeren filmin sonunda aklımda kalan dörtlük:
“Azizim uçtum gel
Dost bağına düştüm gel
Yahşi günün kardeşi
Yaman güne düştüm gel”
Her filminde yüzümüze gözümüze yumruk atan ve her filmin sonunda “ne yapıyorum ben” hissi veren yönetmen Darren Aronofsky’ den normal hayata dönme sıkıntısı yaratan bir eser: Bir Rüya İçin Ağıt. Herkesin bir rüyası bir umudu bir amacı var ve yine herkesin o rüyaya o umuda o amaca yakacak bir ağıdı var. İnsanı bağımlı yapan unsur nedir? Ya da bir bağımlı neden bağımlı olmuştur? Ruhun tıkandığı yerlerde bir amaç bulur insan. Bir hayale tutunur ve o hayal uğruna belki de yapmadığı şey çekmediği çile kalmaz. İnsanı sonsuz bir karanlığa bağımlı kılan şey rüyasına kör olmaktır belki de. Bu körlük kapısında dolaştığı umudun en umutsuz yanıdır. Bedensel hazlar ile ruhsal hazlar arayan namütenahi insanların kalpsiz bir coğrafyanın dişleri arasında ezilerek cenin pozisyonuna dönmesi gibi. Herkes masum herkes bağımlı ve herkes aciz. Ne yapabilirsin ki? Bağımlı değilim derken bile gözlerinden anlaşılan o bağımlılık histerisi sadece maddeye değil, belki de en tehlikelisine; rüyaya, umuda, beklediğin habere, amaç diye sayıkladığın şeye. Ve anlatıma eşlik ederek muazzam bir kalp sektesi yapabilecek film müzikleri ile hızlı sahne geçişleri.
Bu kadar ağır önerilerden sonra sizi gülümsetecek hoş tatlı ve bir o kadar felsefî bir animasyonla geldim. Soul Bir derdi var en azından. Derdi büyük ve bu derdi öyle güzel anlatmış ki. Bir önceki filmde bahsi geçen “amaca bağımlılık” durumu sorgulanmış biraz. “en büyük hayalim burada çalmaktı ama şimdi hiç bir şey hissetmiyorum” derken amaç ile araç karmaşasını çözmeye çalışan bir Jazzcı var huzurda. Bu dünya ile öbür dünya arasında gidip gelen ve karakter değişimi ile çok şeylerin farkına varan Joe Gardner’ın “gerçek isteği” bulma serüvenini izliyorsunuz. Deneyimlerin amaç olmadığını, onların karakterimizi oluşturan kıvılcımlar olduğunu hatırlatan filmin sonunda amaçlarınızı sorgulamadıysanız bir daha izleyin derim. İyi seyirler.
İZDİHAM
Editör: İbrahim Varelci