İzdiham Dergi

Buğday Filmi Üzerine Mülahazalar

Şüphesiz iyi senaryo yazanların veya film yapanların hemen hepsi kutsal kitaplarda anlatılan insanın ve insanlık tarihinin ilahi bir belagatle anlatıldığı kıssaları ayrıntılarıyla bilir. Çünkü dramatik yapı dediğimiz şey ve insanın ihtirasları, yanılgıları, iman etmesi, inkâr etmesi, arzuları, arınışları, nankörlüğü gibi temel gerçeklik kutsal kitaplardaki kıssalarda fazlasıyla mevcuttur. Semih Kaplanoğlu’nun alışılagelen tarzı dışında yenilikleri barındıran “Grain/Buğday” filmi de Kuran’ı Kerim’de anlatılan Hz. Musa’nın kıssası etrafında şekilleniyor. Öncelikle distopya türünün bizdeki ilk ciddi başarılı örneği olan Buğday, modern bir Hz. Musa ve Hızır hikâyesidir denilebilir. Ancak Buğday’ın elbette izleyiciye anlatmak istediği daha derin bir mesajı da var. Bu mesaj; maddenin doğal özünde değişmeyen ve değiştirilemeyen bir tözün mevcut olduğu ve insanoğlunun bunun hakikatini bilimle açıklayamayacağı gerçeğidir. Çünkü bu töz insanın yapay teknolojiyle elde edemeyeceği bir anlamı ifade etmektedir. Bu yönüyle film felsefi bir zeminde tarih boyunca Avrupalı filozoflar ve meşşai filozoflarının da cevabını aradığı soruyu tekrar seyircinin önüne koyuyor.

Filmde rasyonel bilginin tanrısallaştırıldığı ve insanlığın içinde bulunduğu kaosu yalnız teknolojinin çözeceğine mutlak bir inancın belirginleştiği ortamda bu duruma itiraz edenin yine bir bilim adamını olması güzel bir çıkış noktası olmuş. Cemil Akman’ın peşinden gelen profesöre “Hala kanıt mı arıyorsunuz?” cevabı aslında Kaplanoğlu’nun bize anlatmak istediği hakikati simgeliyor. Filmde gerçeğin peşine düşen meraklı profesörün yolculuğu tasavvufi sembollerle de desteklenmiş. Tara’nın filmin hemen başında Erol Erin karakterine “Nefes mi, Buğday mı?” diye sorması Hacı Bektaş-ı Veli’nin Yunus Emre’ye “Buğday mı istersin himmet mi?” sorusunun bir nevi modern versiyonudur. İçsel arınmasını henüz tamamlamamış profesör de tıpkı Yunus Emre gibi soruya “Buğday” cevabını veriyor. Cemil Akman’ın Buğday’ın içeriğinde her şeyi ayıran ve birleştiren bir “Elif” çizgisinin olduğunu söylemesi seyirciye kibrin de insanın içinde çok ince bir çizgide durduğunu hatırlatıyor. Yine profesörün Cemil Akman’ı bulmak için ölü topraklara geçeceği duvardan hemen önce üzerindeki tüm fazlalıkları terk etmesi, Cemil Akman’ın profesöre vahdeti vücudun bir parçası olduğunu anladığını söylemesi tasavvufi sembolizmden bazıları.

Film boyunca gözle görünenin arkasında bizim göremediğimiz hakikatlerin var olabileceği vurgusu ön plana çıkıyor. Cemil Akman’ın profesöre bu yolculuğa tahammül edemeyeceğini söylemesinden onun Hz. Hızır ile özdeşleştirildiğini anlıyoruz. Bilimin açıklayamadığı sırrı arayan profesör zahmetli bir yolculuğun ardından geldiği türbede kendi iç arınmasını tamamlıyor ve bir karıncanın omuzlarında hakikate ulaşıyor. Gücü tükenene kadar sırtında çuval çuval toprak taşıması ve bu vesileyle nefsini yenmesi ulaşmak istediği sırrın kapılarını ona ağzına kadar açıyor. Yönetmen bu sembollerle seyirciye aslında huzurun kaynağını işaret etmiş oluyor.

Sentetik tohumla büyüyen ağaçların kendi kendine yandığı başarılı sahnede profesör, yakın bir geçmişte buğday üretiminde sorun çıktığını ve kendisinin bu sorunu çözdüğünü söyleyince Cemil Akman’ın ona “İnsanlığı kurtardın yani?” demesi etkili bir modernizm eleştirisi. Hemen ardından “Kendini kurtardın mı?” diye sorması profesörün yaptığı işin yapaylığa hizmet ettiğini ve bazen sorgulamadan hakikate hizmet etmesi gerektiğini anlatıyor. Cemil Akman’ın yapacakları yolculuğun başında “Hiçbir şey sormayacaksın” demesi manevi teslimiyeti ifade ediyor. Kaplanoğlu belki de hakikati ancak isteyenlerin ve arayanların bulabileceğini anlatmak için ölü topraklara geçen Andrei karakterini yolculuğa dâhil etmiyor. Çünkü Andrei verimli topraklar sınırını aşınca “Belki de anne ve babamı bulurum” diyerek amacının aslında farklı bir arayış olduğunu bize söylüyor.

Eleştiri olarak belki de Nil nehrine bırakılan Hz. Musa kıssasına gönderme yapılan Cemil Akman ve profesörün gölde çocuk bulduğu sahne sanki ölü bir sekans başlangıcı gibi durduğunu söyleyebiliriz. Zira biz atıf yapılan Hz. Musa kıssasını anımsıyoruz ancak senaryonun bütününde sahnenin hizmet ettiği amacı veya gölde kurtarılan çocuk metaforunun neyi beslediğini anlayamıyoruz.

Bir hakikat arayışının ve tebliğinin hikâyesi olan Buğday sinematografik anlamda yenilikler barındırıyor. Başta söylediğimiz gibi ilk defa sinemamızda ciddi bir emekle hazırlanmış distopya filmi izliyoruz. Filmin siyah beyaz olması başta biraz sıkıcıymış gibi gelse de yapılanın bir karamsar gelecek anlatısı olduğu düşünüldüğünde seyirciyi atmosfere sokması adına başarılı bir seçim olduğu söylenebilir. Kesin çizgilerle ayrılmış iki dünyanın kaotik durumunu anlatan kaos sahneleri, büyük caddelerdeki anarşi, banliyolardaki getto tarzı yığınlar, bu tarzın önemli yapıtlarından olan Children Of Men’i andıracak kadar başarılı olmuş. Ayrıca karıncanın buğdayı taşıdığı sahneler de görüntü yönetmeni harikulade iş çıkarmış. Buğday sinemamızın neleri başarabileceğini göstererek sinemamıza umut aşılamakla birlikte “Adamlar yapıyor!” edebiyatının retorik haline gelmesinin önüne güçlü bir set çekmiş görünüyor. Buğday izlenesi bir hakikat yolculuğu.

Taha Kurutlu, Kaynak: Sinefesto

İZDİHAM

Exit mobile version