29 Şubat 2016

Bülent Parlak, Dergâh Dergisi Röportajı

ile izdiham

Bülent Parlak’ın Dergâh Dergisi’nde Adem Eyüp Yılmaz ile yaptığı röportaj.

“Şiir Ayakta Dinlenir”

Konuşan: Âdem E. Yılmaz

İlk kitabın Sevgili Huzursuzluğum çıktığından itibaren sizinle yapılan röportajları incelediğimizde “Bülent Parlak kimdir?” diye sorulan hiçbir soruya ısrarla yahut geçiştirerek, cevap vermediğinizi gördüm. Bu yüzden ben de “Bülent Parlak kimdir?” diye bir soruyla başlamıyorum çünkü kendini tanımlamaktan ısrarla kaçınıyorsun. İlk kitabında özgeçmişine “İstanbul’da yaşıyor” ibaresini düşmüşsün, ikinci kitabında ise özgeçmişini Çince olarak anlatmışsın. Neden?

Çünkü tanım kendini açık etmek demektir, açık hedef haline gelmektir, bir taraftan da hedef olma imkânımızı çoğaltmaktadır. Halbuki ben, bir tanımdan daha fazlasına açığım, “Hepimiz ölecek yaştayız.” diyorum. İnsanların, ölümün her an kapınızı çalabilecek bir melodi olduğunun farkına vardıktan ve uzaydan teşhis edilme imkânımızın milyarda sıfır olduğunu anladıktan sonra herhangi tanımlamaya gitmesini pek doğru bulmuyorum. Ki bu tanımlamadan uzak duruş yeni bir şey değil benim için. Üniversiteye ilk başladığım gün hocamızın “kimsin” sorusuna da cevap vermemiştim. Cioran, ifade etmenin bir kurtuluş olduğunu dile getiriyor mesela. İfade etmek her zaman konuşarak yapılan bir söylem değil üstelik. Bazen üstü karalanmış Türkçe defterinin yaprağı da her şeyi ele verebilir. Sanırım ben özgeçmişimi bir öğrencinin sıkıldığı Matematik dersinde karaladığı harita metodun yapraklarına benzetiyorum. Karalayarak kendini, matematiğe ve hayata olan ilgisini ele veren.

Söylemlerinden ve bugüne kadar yaptıklarından yola çıkarak şunu söylemek istiyorum: Üniversitede hocasının “kimsin?” sorusuna cevap vermekten imtina eden sen kendini ele verme şekli olarak da bir defterin karalanmasını öneriyorsun. Sahiden huzursuzsun. Bu yazı hayatına yansır mı bilmiyorum ama ikinci bir şiir kitabı beklerken karşımıza deneme kitabıyla çıktın. Yalnızlığın İcadı (19884), dağınık yaşamının bir araya getirilmiş notları gibi. Fakat okudukça kendi dağınıklığımıza dair birçok ayrıntıyla karşılaşıyoruz. Sen bu kadar herkes misin?

Benim Yalnızlığın İcadı (1984)’ü yayınlama isteğine sebep olan şey kitapta yer alan ilk denemedir. Bendeki yaranın başlangıcı “İki Yılda Bir Gün” adlı denemede anlattıklarımdır ki babama olan minnet borcumu ancak bu şekilde ödeyeceğimi düşündüm. Aslında o denemede geçen bütün olaylar sadece bir dakikalık silsileden ibaret. Halbuki bazı anlar bir ömrü kuşatacak kadar uzun, baltalayacak kadar keskin, boyun eğmeye sebep olacak kadar kader oluyor. Birkaç şair arkadaşım da ikinci şiir kitabımdan sonra deneme kitabını yayınlamamı önerse de çok önemsemedim bu isteklerini. Öncelikle beynim o kadar statik çalışmıyor. Bir borcu ödeme vakti geldiyse habercilere fazla itibar etmemek gerek. Ve bizler ansiklopedi dahi yazsak içini şiirle dolduracak kadar şiire sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum ki Yalnızlığın İcadı (1984)’te bu kaideye sonuna kadar sahip çıktım. Bazen kitap bana el verdi, bazen ben yazdıklarıma. Kitap yayınlanmadan önce denemelere göz atan iki editör arkadaşım denemeleri “niye şiir yapmadığımı” sorduğunda bunun bir şairin profesyonel uğraşısına zarar getirmesinden ziyade beni rahatlatacak soylu bir amatörlük olduğunu dile getirdim. İnsanın bir satırını bile okuyamayacağını bile bile kitabını babası için çıkardığını söylemek zaten şiir olmuyor mu?

Kitabındaki  farklı zamanlarda, farklı mekânlarda ve birbirinden çok farklı insanlarla birlikte çok geniş bir coğrafyaya yayılmış. Birçok metin Şırnak, Malatya, İstanbul, Amasya gibi şehirleri mesken edinmiş. Ece Ayhan’ın “Maveraünnehir nereye dökülür” mısrasındaki soruyu kitabından sonra ben de sana sormak istiyorum. Metinlerde sürüklendiğini gördüğüm “sen” nereye dökülüyorsun?

 Haklısın; değişik mekânlar, başka başka kentler ve birbirinden farklı insanlar var denemelerde. Malatya’dan bahsetmem gerekiyordu çünkü orası benim dünyanın ortasına bırakıldığım yerdi. Amasya’dan bahsetmeliydim çünkü bir düzeni ve ailemi bırakıp iki dağın ortasına kondurulmuş bizim Venedik’imizde aylarca “burada ne arıyorum?” sorularının beynimde uğuldadığı kentti. Şırnak ise her şeyin uzak olduğu bir şehirdi ve ben günlük gazetelerin ertesi gün ulaştığı bir coğrafyada, yolun karşısında bir pastane Özer’in Kürt Kızı’nı bırakmanın kaderine teslim edilmiştim. Esasında bütün bu coğrafyalar sadece bir hatıra olmaktan, bir mesken olmaktan öteye gidemedi. Nereye döküldüğüm konusuna gelince… Hüzünlü ve sigara yakmayı gerektiren bir sorudur bu.

Yazmasaydın bu huzursuzluğu nasıl giderecektin?

Bizim Yunus demiş “Ya ben öleyim mi söylemeyince.” Benim için hayat meselesi değil, o çağda nasıl biriktirmiş onca hakikati, nasıl söylemeden duramamış, beni ilgilendiren tarafı bu. “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” diyor Sait Faik, bence delirmeyi göze almasaydı bunca güzel hikâyeyi aklın elinden kurtaramayacaktı!

Yazmak benim için böylesine bir zorunluluk olmadı. Fakat Cioran’ın “ifade etmek kurtuluştur” yaklaşımı bu zamanda bana daha çok uyuyor. Hem sadece yazmak artık bir kurtarma biçimi olmaktan çıktı çoktan. Çünkü ifade etmenin enstrümanları çoğaldı. Mesela çığlık atmak zorunda kaldığım anlarda cep telefonuma not aldığım mısraları okuyorum. Facebook’ta uzun süre ne kadar “beğen” butonu varsa beğendim. Ortada hiçbir delil bırakılmamış bir cinayet gibi algılıyorum bazen hayatı. En çok işte o zamanlarda senin de şahit olduğun gibi eylemler düzenleyip “devlet âşık olanlara maaş bağlasın” diye mesajlar atıyorum rehberimdekilere.

Bu enstrümanların çokluğu bir takım sorunları da beraberinde getiriyor şüphesiz. İzdiham.com ve karakutu.com gibi kültür sanat portallerinin yönetimlerinde bulundun. İnternetin edebiyata katkıları, edebiyattan götürdükleri hakkında neler söyleyeceksin?

Sanal alemin en büyük avantajı hızlı olmasında. Fakat bu hız pek çok niteliği savuracak nitelikte. Herhangi bir edebiyat metni, neredeyse üretildiği anda okuruna ulaşıyor. Bu hız pek çok şeyi sekteye uğratıyor. Ürün, edebiyat dergilerindeki gibi bir yayın kurulu süzgecinden geçmiyor mesela. Genç yazarların ustalardan öğüt alma yerine daha çok “beğeni” alma arzusu niteliksizliği de beraberinde getiriyor. Beş yıl öncesine kadar kültür sanat siteleri genç şair ve yazarların buluşma noktalarıydı. Halen antoloji.com’da şiirleri yayınlanan 16 bin “şair” kayıtlı. Son zamanlarda ise bu geniş platformların yerini kişisel web siteleri aldı. Dileyen kendi sayfasında, blogunda istediği paylaşımlarda bulunuyor. Bir denetim mekanizmasının işlememesi bir taraftan müthiş bir imkân sağlıyor olsa da, yayınlanan metinlerin edebi niteliklerinin hiçbir kritere bağlı olmaması anormal bir kirlilik oluşturuyor.Diğer taraftan, edebiyat ortamında kendini kanıtlamış, kendine yer edinmiş pek çok önemli yazar ve şair için ise son derece verimli bir etkileşim aracı. Mesela İsmet Özel gibi önemli bir şair, yeni şiirlerini edebiyat dergilerinde değil kendi web sitesinde paylaşıyor okurlarıyla. Veya Ahmet Ümit yeni kitabıyla ilgili heyecanını, bir başkası söyleşi duyurusunu paylaşıyor takipçileriyle. Hatta bütün bu süreçlerin işleyişini, sadece bu alanda hizmet veren danışmanlarla yürüten yazarların sayısı hatırı sayılır ölçüde.

Türk şiiri, Türkiye’nin geleceğine dair ne/leri vaat ediyor?

 Bence şiire yaklaşımımızı değiştirmemiz gerekiyor. Çünkü Türkiye’de şiir okunan değil yaşanan bir vakıadır. Şiir bir kağıt parçasına değil, bizzat bize yazılan ve bizimle birlikte yaşayan bir şeydir. Bütün tarih kitaplarını atsak ve sadece şiirimize kulak versek tarihimizi en doğru biçimde okuyabilir ve sadece şiirle tarih karşısındaki varlığımızı anlayabiliriz. Dünya üzerinde bir başka millet yoktur ki bütün sosyal, siyasal, ekonomik, etik sorunlarını şiirle dile getirmiş olsun. “Selam verdim rüşvet değil deyu almadılar” diyen Fuzuli’den daha iyi kim anlatabilir çürümenin başlangıcını? Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın dağlar bizimdir” haykırışını şiirden başka hangi ses yankılandırabilir? Tanzimat döneminin siyasi entrikalarını  “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten, Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten” mısralarından daha iyi kim tahlil edebilir? Ya da milletimizin istiklal harbini hangi tarih kitabı “İstiklâl Marşı”ndan daha coşkulu bir dille ifade edebilir? Türk şiirini böyle okuduğunuzda açıklıkla şunu görürsünüz: Türk şiiri Türkiye’nin imkânıdır! Bu imkânı genişletmek de, tüketmek de bizim elimizde.Şiirin önemine dair şunu da söylemeden geçmeyeceğim. Dünyanın her köşesinde bütün milletlerin ve orduların, polislerin ayakta dinlediği tek şey varsa o da şiirdir. İstiklal Marşı’nı bir düşünsene. Ayakta dinletir kendini bize, çünkü ayakta kalma imkânını imler. Ve biz bütün dünyalılar şiiri ayakta dinleriz.

 Benim annem, birçok anne gibi Türk şiirinin tam ortasında duruyor. Okuma yazma bilmediği halde 700 yıl önce yaşamış Yunus Emre’nin neredeyse yüzlerce şiirini hafızasında taşıyor. Çünkü Yunus Emre öyle bir dil kurmuş ki milletle, milletin dili olmuş artık…

 Biraz önce bahsettiğim imkân bu dilin içerisinde işte. Annelerin ninni ya da ilahi diye okudukları, sadece sözlü geleneğin gücüyle açıklanamaz. Yunus Emre bence yeryüzünde gelmiş geçmiş en iyi şair. Çünkü hem şiirini söylediği dili kurmuş, hem de kurduğu dilin en iyi şiirini söylemiştir. Bu yüzden, Türkçe’nin en temiz, en duru haliyle söylediği her mısra gönlümüze değiyor. Şu derinliğe bakar mısın: “Münafıklar elinden / Örter mâ’na yüzünü”Bir de tabi zamanı aşan bir zihniyete sahip. Bugün modern dediğimiz imgesel şiir evrenini Yunus 13. yüzyılda çoktan keşfetmişti. Halbuki Baudelaire’in sembolist mantığı, 19. yüzyıl başlarında yeni yeni emeklemeye başlamıştı. “Bir sinek bir kartalı / Salladı vurdu yere / Yalan değil gerçektir / Ben de gördüm tozunu.” Bence bu mısraların Luis Bunuel’in sürrealist yaklaşımından eksik kalır hiçbir yanı yok.

Bülent Parlak’ın yazdığı şiirlerde her ne kadar günlük trajedilerin sızısını görsek de arka planda daha çok ağrı çeken bir taraf olduğunu görüyoruz. “Susturun şu narin söğüt dallarını içimde, / Yaşamım kaza süsü verilmiş bir cinayete benziyor, / Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım.” Senin şiirini tahrik eden, harekete geçiren vaka nedir?

Dönemimin beni, benim de dönemimi kullandığımı düşünüyorum. Parçalanmış bireylerin, parçalanmış izlenimleri var. Okura ulaşma biçimi de bu şekilde oluyor.  Sızı var evet ama bunu kabul etmekten başka çarem olmadığını gördüğümde şiire düştüm. Başkalarına yaranmak için teknolojiyi, nükleer santralleri, Iphone’ları, koltuk takımlarını, termosifonları üretenler arasında alışmaya çalışmak benimkisi. Benimkisi deyip bencilleştirmeyeyim; bizimkisi diyeyim. Çünkü iki yakam hiçbir zaman, hiçbir yaşımda bir araya gelmedi. Dünyaya en çok hayretle baktım. Bazen hayret ben oldum ama daha çok seyreden taraf tım. Düşünsene insanlık yaklaşık 7.000 yıldır var ve nice peygamberler, evliyalar, kutsal kitaplar gönderilmiş insanlığa. Hazret-i Musa Tur Dağı’nda 10 emiri verirken O’nu taşlayanlar olmuş. Taif’te insanlığın en üst mertebesindeki Peygamber taşlanmış. Sebebi ise şu: “Sen” demişler onlara, “bizim ezbere konuştuğumuz dile ve süflörlük yaptığımız sunî hayatlarımıza dokunma.” İnsan anlaşılabilir bir varlık değil. En yakınlarımızdan tut, en uzaktakilere, Eskimolardan Ankaralılara kadar anlaşılmazlık içindeyiz. Ya çocukların plastik toplarını kesen adamlara ne demeli?

 Tarkovsky’nin bir sözü var. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle diyordu: Parçada, bütünden daha çok hakikat vardır. Hakikatin şiirle bağlantısından bahseder misin?

  Şiir bize hakikatı anlatan bir şey değildir. Ama şiir hakikatı sezdiren bir sanattır. Şiir, ilk insandan bugüne kadar insanın varlığını ve gerçekliğini tüm çıplaklığıyla ve kudretiyle anlatan bir gerçekliktir. Şiiri çok önemli cümlelerle anlatmak bile aslında onun ehemmiyetine zarar veriyor. Çünkü sınırı olmayan bir ülkeye benzetiyorum şiiri. Sık sık baskınlara uğrayan, sık sık da başka yerleri fethetmeye meraklı. Onun hayreti bir ustanın hiç karşılaşmadığı bir soruna benziyor. Hakikati ise herkesin bildiği ama kimsenin kimseye bahsetmediği bir sırra.

Şiir hakkında söylediklerinden sonra dergiciliğe gelmek istiyorum. Türkiye’de dergicilik Tanzimat’tan bu yana düşüncenin üretildiği ve taşındığı yerler oluyor. Cemil Meriç’in “dergiler, hür tefekkürün kalesidir” sözü aklıma geliyor hemen. Sen de İzdiham Dergisi’ni çıkaran biri olarak neler söyleyeceksin?

  Bütün Avrupa’da çıkan dergilerin bütününden daha fazlası İstanbul’da çıkıyor. Buna karşılık üretilen edebi metinlerin değeri tartışılacak düzeyde. Ama kötünün önemi de zaten burada ortaya çıkıyor. İyiyi tescil etmek için kötü olana ihtiyaç var. Çok fazla dergi çıkıyor çünkü çok fazla nefis var. Nefs diyorum çünkü dergilerin sahipleri eserleri, eser sahipleri dergiyi çıkaranları fazla önemsemiyor. Dergicilik, artık bir arkadaşlık ve çıkar ilişkisi haline dönüşmüş durumda. Burada esas görev yayın yönetmenlerine düşüyor ki herkesin aşağı yukarı yaşıt ve müsavi olduğu bir yerde çok fazla sesin çıkmasını da normal ama yanlış karşılıyorum. Şairlerin dergiciliği bırakmasından yanayım ama ben nasıl bırakacağım bu soruya karşılık bulamadım. Esas sıkıntı olarak şunu görüyorum. Dergiler artık bir fikrin kalesi olmaktan öte bir kalenin fikri olarak hizmet veriyor. Edebiyat dergiciliği yapmak zor ama bu meşakkati kirli ilişkilerle tüketmek işin daha zor olanı. Ahbap ilişkilerini bir kenara bırakmadan ve iktidar yanlısı olmaktan uzaklaşmadan iyi dergilerin çıkacağına inanmıyorum. Fikri olanın muhalif olmasından yanayım. İzdiham iyi bir dergi mi? Hayır ama zamanın kokusunu iyi algılamış bir dergi. Siyah-beyaz bir baskıda renkli ve eğlenceli bir iş yaptığımızı düşünüyorum ben. Zaman, bize iyiyi ve kötüyü fısıldayacak. Tek güvencem bu.

 Türkiye’de ciddi anlamda eleştiri mekanizması yok. Bu bağlamda kitap eleştirileri, kitap tanıtımlarından öteye gidemiyor. Hâlbuki iyi bir eleştiri, iyi metne daha fazla kuvvet verir ve kötü metnin kendine gelmesini temin eder.

Nesnel eleştirinin öncüsü sayılan Hüseyin Contürk ve Mehmet Kaplan aklıma gelen ilk isimler bu konuda. Kitap eleştirileri artık yapılmıyor. Çünkü eleştiri deyince akla tanıtmak geliyor. Bunun noksanlığını gidermek için çok iyi bir okuma kültürüne sahip insanlar gerekiyor ki maalesef şu an ben böyle birini pek göremiyorum. En son Virgül Dergisi kapandı bu ülkede. Ayraç ise bu görevini tam olarak yerine getiremedi. Çünkü reklam ve kitap tanıtımı ilişkisi çözülmedikçe bu sorun tam manasıyla çözülemez. Bugün birçok gazete kitap eki veriyor. Senin de bildiğin gibi kitap eklerinin birçoğu “gazetelere maddi kaynak oluştursun” diye çıkıyor ya da çıkmaya devam ediyor. Mesela ben hangi kitap ekinde hangi yayınevlerinin kitaplarının yer alacağını çıkmadan tahmin edebiliyorum. Ve bazı yayınevleri belli ücret karşılığında metinler yazdırıyor eleştirmen olarak o sayfalarda yer alan kişilere. Bu ortamda sağlıklı ve yönlendirici metinler beklemek hayalden öte gitmiyor. Burada söylediğim şey muhatap alınan kitabı yermek değil, kitaba yön göstermek. Çünkü hepimizin buna ihtiyacı var. Ama kitap eklerinin paraya sanırım bu ihtiyaçtan daha fazla var. Dünyanın her köşesinde bacaların tüttüğü bir ortamda fazla incelik beklemesek diyorum. TOKİ’nin insanı bezdiren o estetikten uzak binaları yapılmaya devam ettikçe iyi eleştirilerin olacağına inancım yok.

 Şair dil içerisinde, dille birlikte var olur. Türkçe söylemenin gücü azaldı mı? Sözün alanı daraldı mı?  

Bu değişim sadece Türkçe’de meydana gelmiş değil. Eskiden insandan insana ulaşan tek şey sözdü. Söz, kendi anlam katmanlarını tarihsel süreç içinde beslerdi. Bugün ise sözün gücü azaldı. Çünkü imaj denen sinsi gösteriş, sözden ayrı düşünülmeyecek bir pozisyon almış durumda. Bir mısrayı derinlemesine düşünmektense onu artık fotoğraf ya da hareketli görüntüler olarak görmek istiyoruz. Bu hem söze, hem dile zarar veriyor. Bunun tek olumlu tarafını ise şöyle düşünüyorum. Sözün muhayyilemize kattığı değer görüntüden daha az. Eğer bu bizim zihnimizde tembellik oluşturmasa daha zengin bir düşünceye, duyguya ve fikre sahip olma imkanımız artar.

 İzdiham.com’u ve altı yıldır yöneten biri olarak facebook, twitter ve benzeri sosyal medyanın edebiyata olan olumlu ve olumsuz katkıları hakkında neler söylemek istersin?

 Ben internetin her şeyden önce uğraşılarımızın tanıtımı anlamında Aydın Doğan ile beni eşitlediğini düşünerek çok faydalı buluyorum. Şu anda birçok şair ve yazar arkadaşım kendi pozisyonlarını sosyal medyada idare etmeye başladılar. Gazetelerin ve edebiyat dergilerinin burunlarından kıl aldırmayan polis yüzlü hallerinden sonra herkese sınırsız özgürlük tanıyan internetin edebiyata büyük faydası olduğunu her geçen gün daha iyi görüyorum. İzdiham’da tanıtılan bir yazar, şair veya eser bugün birçok az tirajlı gazetesinden daha fazla etkili olmaya başladı. Tirajı çok olan gazetelerin ise zaten kültür sanat sayfaları yok. Olanlarsa zaten kimleri yayınlayacaklarını bir yıl öncesinden ilan etmişçesine kendilerini ele veriyorlar. Yıllardır Cağaloğlu’na gelip o kokuyu içine çeken biri olarak fark ettiğim şu oldu. Kitaplar artık daha fazla ilgi görüyor. Yeterli mi, elbette hayır. Bu söylediklerim işin tanıtımına dairdi. Bir de kalitesine bakmak gerekirse ben algılarımızı açan ve geliştiren her şeyin edebiyata olumlu katkı yapacağına inanıyorum. Kitap okumak kadar artık başkalarının söylediği 140 karakterlik paylaşımları da dikkate almanın vakti geldi. Sosyal medya hiçbir zaman her şey olmamalı ama hiçbir zaman da yüzümüzü çevireceğimiz, itibar göstermeyeceğimiz bir yer olarak da algılanmamalı. Sosyal medyadaki durumumuz ve geçirdiğimiz vakitler iyi yönetilirse bunun şiire, öyküye, romana, dergiciliğe, şahsi tanınırlılığa faydalı buluyorum.

 Tekrar yeni kitabına gelelim. Kitabının kapağında soğan var ve kitap kapakları için pek alışık olduğumuz bir fotoğraf değil soğan. Yalnızlık icad edilebilir bir durum mudur? Ve soğanlar çuvalda toplu halde bulunmazlar mı?

Kapağa çıkan her soğan yalnızdır…

Keyifli söyleşi için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim, bana soru sormayı kabul ettiğiniz.

Dergah Dergisi

İzdiham