Bülent Parlak, İki Yılda Bir Gün
Ne zaman çocukluğum aklıma gelse çakıl taneleri gibi yan yana dizilmiş hatıralarımın el sürüldükçe beni titreten en koyu kısmını hatırlarım. Bütün ömrünü “servetim” dediği çocuklarına zarar gelmesin diye kendini unutan babamın salonun tam ortasında Azrail’e çeyiz diye sunulan cansız bedenidir, tespihin titreten kısmı. İşte o anlar aklıma düştükçe sinekli ve şarkısız odalar, katılmadan kaybettiğim savaşları bana bir bir anlatır.
Yıllarca “ölümüm kendime ait bir evin tenceresinde kaynasın” diye tüm hayallerini, tekaüt olunca alacağı birikmiş paraya bağlayan, mıymıntı banka memuresiyle cebelleşerek bahşiş bile bırakmadan aldığı o kutsal paranın tamamını, kocaman kerpiç eve gözünü kırpmadan harcayan babamın bedeni titretir durur o günlere dokundukça. Nasıl dokunmasın ki?
Altı yaşıma kadar gördüğüm en güçlü adamdı babam. Yüzü, bütün babalardan daha güzeldi. Bütün ansiklopedileri ezbere bildiğini zannederdim. O, harbe hangi taraftan katılsa saflarını zafere ulaştırırdı. Buna da inanırdım ama vücuduna tebelleş lanet bir mikrop karşısında bedeni koca bir dağdan küçük bir çakıl taşına dönüşen babam o gün hepimizin yüzünü uzun bir kışa çeviriyordu. Elveda ediyordu hepimize. Ot yemekleri yüzünden öğün atlamaksızın kavga ettiği anneme, “servetim” dediği çocuklarına, hasta yatağından ne zaman baksa Hamlet’in gençliğini hatırladığı bana. Babam, duvarları badanalı salonun orta yerinde bizimle vedalaşırken, bizler bu kez erkeklik imtihanından sınıfta kalmış bedenine anlam vermeye çalışıyorduk.
Altı yaşındaysanız ve babanızın ölümü gözlerinizin önünde gerçekleşiyorsa, ömrünüzün geri kalan kısmında içtiğiniz kahvenin ücretini benim gibi üç kez ödemeyi mantıklı zannedebilirsiniz.
Ölümün ne olduğunu bilmezdim o yaşlarda. Sanırdım ki; ölüm neremize çarparsa çarpsın, yeryüzü konuşmasına devam edecek. Üstelik ölüm, çocuk aklımca fazla ürkütücü değildi benim için.
Babamın, Azrail’le tanıştığı o anlarda, Mushaf’ı -randevusuna geç kalmış sevgili gibi- koşuştururcasına okuyan komşumuzun dudak hareketlerine takılmıştı gözüm. Misafirini yolcu etmeye hazırlanan ev sahibi hallerine çok yabancı duruyordu aceleciliği. Sözleri, bir uğurlama sözüne benzemiyor, üzerine yapışan kalpazan tedirginliğe bir anlam veremiyordum. O yaşlarda tedirginlik deyince, aklıma, kar yağarken gün boyunca sırılsıklam ettiğim paçalarımı annemden saklama telaşı gelirdi. Garipti komşumuzun tedirginliği. O herkesten cevval adam, bir kahraman gibi herkesi yine karşısına almış; yalvaran bütün gözlere inat tek söz dahi etmiyordu. Dikkatle baktığım annemin yüzünde ve ellerindeyse o yaşlarda anlamadığım, şimdi ise “keşke hiç anlamasaydım” dediğim bir dinginlik hakimdi.
Bazı kadınlar zılgıttan beslenir bu topraklarda. Sesleri ne kadar fazla sokağa taşarsa, üzüntülerini o kadar çok taçlandırdıklarına inanırlar. Çünkü bağırarak söylenen her ağıdın hayranı fazladır. Bazı kadınlar ise, başlarında yemenileriyle doğuştan bir soylu gibi davranırlar. Ne ölümün çığırtkan tarafları onları başka bir insana dönüştürebilir, ne de kırk gün kırk gece sürecek şamatalar. Asiller kamarasında yetişmiş bu evlatlıklar, karşılaştıkları olağan dışı durumlarda bile hiçbir şeyin sükûnetlerine dokunmalarına izin vermezler. Belki annem, o sessiz kavme ait bütün kadınlar gibi şu sırrı fark etmişti: Bir hüznü en iyi anlatan şey sessizliktir.
Aradan bir saate yakın zaman geçti. Sokaklarda beni gördükçe başımı okşayan birkaç adam salona girmiş, bütün direnmelere rağmen babamın suçlu muamelesi gören bedenini battaniyeye sarıp bahçeye doğru taşımaya başlamışlardı. Evdekiler, bir kaleyi savunurcasına bütün güçleriyle babamın bedenini bırakmak istemiyor; o adamlar ise hiçbirimize aldırış etmeden battaniyeyi çekiştiriyordu. Bizimkiler sonunda pes etti. Babamın ölgün bedeni, sarmalandığı battaniyeyle bir daha olmamacasına kayıp gitmişti ellerimizin arasından. Savunanlar yenilgiyi baştan kabul etmiş olur. Bunu anlamak benim için erken, insanlık için bir fazlalıktı.
Çocukken, ölümün bir son olduğunu bilmezdim ben. Ölüm, yaşamak kadar sıradan ve bahşedilmiş bir konuydu benim için. “Nasıl olsa”, ölen herkes iki yılda bir, bir pazar günü dünyaya gelecek; dönenler ile kalanların hasreti tüm ihtişamıyla o pazar günü giderilecekti. Babamın da bir pazar günü geleceğine o kadar çok inanmıştım ki. İlle de o pazar günü. Benim korkum işte tam bu noktada başlıyordu!
Korku, sarışınların ve çocukların üstünde fazla şık durur. Benim üstümde ancak bir kuşkuya dönüşüyordu. Gidenlerin dünyaya döneceği o tek pazar gününün, hasretimi gidermeye yetmeyeceğinden korkar, aklımda olmadık şekilde tepinen sorulara yanıt arardım. Saat kaçta gelecekti, nasıl gelecekti, neyle gelecekti? O bir pazar, o tek gün yetmezdi ki bana! Beni esas üzen, ürküten ve sağ kalanların ortasında zaman zaman kulluktan bezdiren duygu da o pazar gününe ait belirsizliklerdi. Yıllarca bekleyip durdum her pazar.
Savana’da yağmuru merak eden gergedanlar gibi beklemek. Her pazar sabahı sokağın başında babama koşacağım anı düşündükçe iflah olmayı bilmeyen tereddütler. Hiç gelmedi. Hiçbir zaman. Hiç gelmeyecek!
Bir gün anladım ki; ne gidenin geldiğine şahit olan bir kimse var, ne de kalanların özlemini gidereceği bir pazar.
Benim aynadaki karşılıksız yüzüm, işte bu gerçeği anladığı gün bir daha hiç iflah olmadı. Yalnızlığın İcadı’ydı, 1984.
Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)
İZDİHAM