Hudutları belirsiz, tanımsız bir ahaliyiz artık. Hangi yöne gitse kaybolan, hangi çenginin etrafında toplansa avuçları alkıştan patlayan şaşkın bir ahali. Gözlerimiz hırstan kan çanağı, ellerimiz kılıçsız, ellerimiz pudralara aşina. Yani biz Yunus’u anarken derviş, Hallac’ı anarken zalimiz; vurduğumuz serçelere suç buluyoruz. İçlerimiz darmadağın. Ve o darmadağın olmuş içimiz yanındakiyle saf tutarken şıklık mukayesesine girişecek kadar hesaplı: Moda yarışına girişiyoruz yanımızdakilerle “Kim, kimden daha şık?”
Kimse beklediğimiz trenlerden inmiyor. Kendimize günahlarımızı unutturacak iyilikler peydahlıyoruz. Sokak lambalarının altında ölümle yaşam arasında saklambaç oynayan birkaç dilenci buluyoruz. Birkaç dilenci, birkaç acıyacak insan. Onlara cebimizi yırtmasın diye arabalarımızın torpidolarına sıkıştırdığımız, adı bozuk paralarla dünyaları veriyoruz. Kendimizi de unutmuyoruz elbet. “Cennetten birkaç köşk eder” diyoruz o paralar. Sonra çekip gidiyoruz evlerimize. Bizim evlerimiz bir ibrik, bir hırka, sevgilisine kavuşsun diye ayakları nara dönen Karani’yi anlatan hikayelerle dolu. Az önce dışarıda bıraktıklarımızı beyaz camdan izleyince bu kez “En çok kim üzülecek?” oyununa başlıyoruz.
Yaşamak hiçbir sancımıza iyi gelmiyor. Kavimler Göçü’nü başlatan o muazzam gitmek hissi bana atalarımızdan miras kaldığı günden beri hiçbir gözün kusuru gibi hissetmiyoruz kendimizi.
Ağaçlar yok artık. Altında oturup nakarat kısımlarından başka her kısmını yanlış okuyacağımız şarkılar da. Boynumuz kalınlaştıkça kanadından ikiye ayrılmış sineklerin cenazesinde hiçbirimiz yer almıyoruz. Mesela düşünmüyoruz şu an, şu saatte tek yolcusu kalmış metronun hangi vagonunda camdan karanlığı seyreden bir Bolivyalı’nın neden öyle acı acı gülümsediğini. Betondan tanrılarımıza, kredi kartlarımıza, umut ettiğimiz makamalarımıza kulluk ediyoruz. Ve işte o an bir filmin sansüre uğramış kısımları alıp başını gidiyor aramızdan. Aramızdaki mesafelerin ne önemi var, ne Ömer’i.
Bir yoksulla denk olmaktan, eşit olmaktan bir yoksulla ödümüz kopuyor. Artık, bir cesedi fotoşopla diriltmeye inanacak kadar teknolojiye inanıyoruz. Haklıysak korkuyoruz. Çünkü biliyoruz ki hayat filmlerdeki ve kitaplardaki kahramanlara yer vermiyor.
Efendilerinden akçe bekleyen soytarılar gibi ve soytarılığını unutup bir efendiye yamanmakla övünecek kadar kibirli, budala, çokça ahmağız. Korkuyoruz birinin düşkünlüğü bir yerimize dokunacak diye. Oysa bizim hiç bitmeyen planlarımız var. Yaza, kışa ya cüzdanlarımıza dair.
Kocaman ve iddialı nutuklar çekiyoruz birilerini görünce. Söyleyecek çok sözümüz var, gölgesinden korktuğumuz çiçekler. Yüzümüz pazar, günlerden çarşamba ve senemiz yok. Evine bir parça açlık ve sefalet götürmek için Beyoğlu’nun arka sokaklarında kumar oynayan “Sami Bey’i unutmayalım” diyen kim çıksa üstüne saldırıyoruz. Kimse inanmıyor dünyadaki en güzel yönetim biçiminin merhamet olduğuna.
Sevdiği kızı alamayınca ince hastalığa yakalanan oğlanlara, yavuklusuna kavuşamayınca kanser olan kızlara rastlayamıyoruz. Daha da kötüsü hangi kızı sevsek bir süre sonra Kürt meselesine benzemeye başlıyor. Telvelerden yanımıza bir türlü gelmeyen adamlar, kadınlar ve önümüze çıkmayan yollar. İşte buna da yaşamak diyoruz. Vapuru ayarlayanlar oluyor ama kimsenin simide verecek fazladan parası yok. Sevdiğimiz var ama soğuk diye hâlâ üşümeyi becerebiliyoruz.
Nezaket ile desteklenmemiş cesur sözler ediyoruz. Bilmiyoruz ki bunun bir anlamı yok. Yok işte küçük harflerle yazılmış adamlara çocuk diyen ve uzaklaşmanın kırıcı bir hatıra olduğunu fark eden.
Gece geciktikçe, sevenlerin ayakkabıları eskimek bilmez. Kimse sevmiyor ama eski insana hiç çıkmayan hatıralar bulaştırıyor. Biz artık, yüzü hiçbir geceye yakışmayan bir ahaliyiz. Dedim ya hudutlarımız belirsiz.
Bülent Parlak
İzdiham