Kaç zamandır kimsenin ayırdına varamadığı bir bıkkınlık içindeyim. Elini güneşe siper etmiş tütün satan adamların mesaisine yalvarması gibi güne bitsin diye dilekçe yazıyorum. Bildiğinizi tahmin etmiyorum; ömrünü aşkta ve yoksullukta kaybedenler suça bulaşmadan uslanmazlar.
Bu şehrin neresindeyiz?
Benden daha küçük bir vapurun güvertesinde yolculuk ederken bu soruyla uyandım. Kalabalığına kendisi karar vermiş, bütün veresiye defterlerinin arkasında imzası bulunan, hangi mevsime yüz verse onunla üşüdüğümüz; denizi, fotoğrafları ve randevu verilecek heykelleri bol bu şehirde, ölülere armağan edilen bir beddua gibi hissediyorum kendimi. Yüzünden daha çok gün almış çocukların yeteneklerini ballandırarak anlatması gibi cenk edip duruyoruz birbirimizle. Ne onun benden şikâyet etmediği bir gün oluyor, ne benim ona sığdığım birkaç dakika.
İnsan, içine sığmadığı bir şehrin neresinde olur ki?
İnsan, içine sığmadığı bir şehrin hem her köşesinde oluyor, hem hiçbir yerinde. Şehrin içine sığmadığım zamanlar, oğlunun ismini ansiklopedide bulamayan bir annenin sevinci, Sübhaneke’yi eve gelen misafirlere ezberden okuyan çocuk oluyorum. Şehrin içine sığmadığım zamanlar, sır verdiklerime aslında bıçak da verdiğimi fark ediyorum. Fenerbahçe sarısı bir saça sahip kimi görsem, bu koşuşturmanın beni ayakta nasıl tutacağını bilemiyorum. Benim hükmüm bu şehre geçmiyor.
Üzüm sepetlerinin bir işe yaramadığı bu kentte nereye bakarsam bakayım orası devlete dönüşüyor. Nereye gidersem gideyim ya dar geliyor, ya da küçücük kalıyorum meydanlarında. Beni bir hovarda gibi peşi sıra koşturan bu şehirde her sabah “koğuş kalk!” sesiyle uyanıyorum. Birkaç hayalin tuttuğu alkış, göğsümü kabartsa da giydiğim kaşmir kazaklar ellerime mani olamıyor. Durup durup kendimi alkışlıyorum. Ne çok erkek kelebek arayıp durdum ben içine sığamadığım bu şehirde? Bekçi düdükleri benim için çaldı; birbiriyle küs olan akrabalar, benim bu açıklarımla barıştı; -bilirsiniz, insanlar başkalarının zaaflarını masaya yatırdığında pekişen dostluklar olur- kentin tenekeleri, benim ardımı görünce bir çocuk şımarıklığına büründü. Çingenelere, aşkını pazarlayan gençlerin arasında kendimi ayıklıyordum.
Bu şehir beni ne zaman ilahî olmayan bir dine çevirmek istese dimdik durdum karşısında. Takım elbiseme bakınca beni patron zanneden dilencilere taksitlerimi hissettirmedim. Uzamaktan yorulmuş bir sarmaşığa ellerimle su verdim. Ne zaman bir soğuk, Balkanlar’dan gelse, aklıma apartman önlerini temizleyen kapıcılar düştü. Rüzgâr, ne zaman oynak esse tek başına kalmış servilere “geçmiş olsun” ziyaretine gittim. Bir işçi, hakkını alamayınca sendika kurup başına geçen de bendim. Belki fark etmişsinizdir; oysa düşünmek olmasa ne kadar mutlu olacaktım dünyada.
Jandarma karakollarını, polis karakollarından ayırt edemeyenler ile dost olduk burada. Serviler son duasını rüzgârlarla okudu; sarmaşıklar uzarken zeytin çekirdeklerinden yapılmış tespihi çekti; İslamiyet’i, dilenirken kimseye bırakmayan dilenciler, verdiğim bahşişten sonra bir daha hiç dilenmedi; işçiler emekli olunca yerlerine bir zenginin tek çocuğunu yerleştirdi. Birçok şeye yetişemesek de hepimiz şunu öğrendik:
Ne kadar geç kalsak da kıyamete yetişeceğiz.
Hayatında ilk kez sigortalı olan bir korsanın heyecanını yanıma alarak altını üstüne getirdiğim bu şehirde benden daha küçük bir vapurun güvertesindeyim. Karşımda, neşesi yüzyıl önce kaçmış gibi bir kadın beni süzüyor. İçinden ne geçiriyor bilmiyorum, ama vapur karaya yanaşır yanaşmaz belli ki gidecek bir evi var; olanı biteni anlatacağı bir kocası. İşte şimdi inmek için ayaklandı.
Kadın! Benim yurdum neresi?
Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)
İZDİHAM