Cebimde hiç param yoktu ve kurtuluşumun ancak otel satın alınca gerçekleşeceğine inanıyordum. Sizin için kurtulmak ne ifade eder bilmiyorum ama benim için kurtulmak; o günlerde beş yıldızlı bir otelin sahibi olmak demekti. Dallardan aşağı sarkan iki yarasa, deniz yollarından emekli bir adam ve kalbi kırık diye sonbaharda sıcak ülkelere göçmeyip canını oturduğum sitenin çatılarında sıkan leylek balkonda beni gözetliyordu. Gece müthiş bir medeniyetti. Ben satılık otel ilanını balkonda uzun uzun düşünürken.
Fakülteden çıkış belgemi alalı henüz sekiz ay bile olmamıştı. Yoksul ama yoksulluğuna bakmayıp idealleri peşinde koşan her genç gibi öğretmen olmak istemiyordum. Büyük işler başarmalıydım. Hiçbir şey yapmasam dershane açmalıydım mesela. Bu küçük hedefimin yanında başka ideallerim kafamın içini panayır alanına çevirmeye yetiyordu. Kötülerin kuyruğuna teneke bağlayacak kediler eğitebilirdim. Gelenin kim olduğunu merak etmeyen bir kavim oluşturmak ise tarihe hediye edeceğim insanlık için büyük ama benim için sıradan projelerden biriydi. Niye mi merak etmemeliler? Merak duygusu bana her zaman yapay gelmiştir. İnsanlar genellikle başkalarını dinlemezler, dinledikleri o an gidermeye çalıştıkları meraklarıdır.
Cebimde otelin bulunduğu şehre gidecek yol param bile yoktu ama ben o beş yıldızlı oteli satın almayı kafama koymuştum. Otel İzmir’in Çeşme’sindeydi, Çeşme’nin Ilıca’sında; ben İstanbul’da. Otelin fiyatını telefonda sorduğumda otuz iki milyon dolar demişlerdi; ceplerimdeki bütün paraları toplasam otuz lira dahi etmiyordu. Otelin duvarları ilanda gördüğüm gibiyse eğer bembeyazdı, bense anadan esmer. Otelin bir sahibi vardı, belki üç, belki yedi; benim sahibi olduğum en değerli şey ikinci el bir telefondu.
Parmaklarının ucu cetvelle tanışmamış kimseler anlayamaz beni. Tramvayda göz göze gelmenin göz göze gelmemek olduğunu bilmeyenler de. İnsan bu şartlarda ancak her şeye inanmıyorsa otel almaya niyetlenir ve o oteli alacağına inanır. Her şeye artık o kadar çok inanmıyordum ki. O zaman bu oteli satın alabilirdim.
Unutkan bir kadın bulmak imkânsızdır. Erkekler ise bu konuda daha ehlileştirilmiş durumda. Birkaç yıl önce birbirimize küstüğümüz ama yeni yeni eski samimi günlerimize döndüğümüz reklam ajansı sahibi arkadaşım Vedat’ı arayıp Çeşme’ye gidiş-dönüş için yol parasını isteyecektim. Küslüğün iyi yönlerinden biri küslük bittikten sonra o ilk heyecanla eskisinden daha yakın olmanızdır. Ben de buna güvendim zaten. Telefonla aradığımda -ki ödemeli aradım- “Hemen gel, ne kadar lazımsa vereyim.” dedi. Ne Vedat ne ben niye küstüğümüzü gerçekten hatırlamıyorduk.
İnsan suç işlemekten korktuğu için edebiyata bulaşır ve şiir yazar. O günlerde suç işleyecek cesaretim vardı. Oteli alacaktım ve vergisini geciktirerek turizmin üstesinden gelecektim. Telefon açıp otelin fiyatını sorduğumda beni 1 Mayıs’ta beklediklerini söyleyip davet ettiler. Ne de olsa oteli almaya talip zengin bir adam vardı ahizenin diğer ucunda. Kibarlık bir budalalıktı oysa benim için. Evet, o zamanlar bile. İnce olmak, kibar olmaktan elbette çok daha mühimdir.
Mayısın 1’inde davet ettiler otele. Gidip oteli görecek, beğenirsem pazarlık edecektim. Nisan ayının 30’una aldığım biletin günü gelmişti. Gece 11, İzmir otobüsüyle Çeşme’ye gidiyordum. Telefonda bana oteli tarif eden adama beni almalarına gerek olmadığını söylerken yön bulma duyguma çok güveniyordum. “Ilıca’ya geldikten sonra otele varmak için uzun bir yol var” demişti çünkü. Olsun, ben bulabilirdim.
Nasıl seyahat ettiğimi hatırlamıyorum şimdilerde. Muhtemelen yanımdakiyle konuşmamak için pencereden dışarı bakmaya epey çabaladım. Biraz heyecan olsa da çekleri bankadan hiç dönmemiş yirmi yıllık büyük bir işadamı kadar kendime güveniyordum. Ne de olsa kendine güvenmek bizim işimiz.
Önce İzmir’e indim, yaklaşık sekiz saat yolculuk yaptıktan sonra. Çeşme’ye gidişim yaklaşık iki saat sürdü. Ilıca’ya indiğimde ise aklımdaki tek şey bir an evvel otele varmaktı. Ilıca’da esnafın birine oteli sorduğumda (şimdi adını çok merak ettiğiniz için söyleyeyim; otelin adı Kerasus’tu) otelin yaklaşık on dakikalık bir yürüyüş mesafesinde olduğunu öğrenince yürümeye başladım.
Otele giden yol ormanlık bir alandı. Karıncalara da, baykuşlara da, köstebeklere de yer vardı o ağaçlık alanda. Henüz sezon açılmadığı için yoldan araba da geçmiyordu. Elimde içine tişört, diş fırçası, temiz bir çift çorap koyduğum BİM poşeti ile sallanarak yürürken işte otel gözükmüştü. Otel değil sanki saraya benziyordu gördüğüm bina. Bilmiyordum kapıdaki iki güvenlik görevlisinin beni beklediğini. “Buyrun Kemal Bey de sizi bekliyor.”
Yanımda bana refakat eden garsonla otelin beşinci katına çıkarken bir Türk filmi sahnesiyle karşılaşacağımı hiç beklemiyordum. Koltuğun arkasından sadece kafası gözüken adamın biri içeri girmemize rağmen 1-2 saniyede olsa bize dönmeyip pencereden denizi seyretmeye devam etti. Bize doğru döndüğünde ise ilk bakışta anladı sanırım; ne benim bu oteli satın alacak paraya sahip olduğumu, ne de bedava verse bile devasa oteli işletemeyeceğimi. Bir fincan çay ikram ettikten sonra pazarlık bile etmeden garsonuna emir verdi. “Bülent’i otelde bir gezdirin, sonra da kumsala bir insin.”
Ama bana Bülent Bey demedi. Ben bütün suçu bana mahcubiyet duygusunu yüzüme geren BİM poşetine attım. “Keşke yanımda o poşeti hiç taşımasaydım” diye söylenerek.
Garson bütün oteli gezdirmedi, kumsalı gezerken artık yanımda bile durmaya tenezzül etmedi. Yavuklusuyla şiveli şiveli konuşuyordu. “Kız ben seni yerim, yerim!” Olay sadece beş metre uzağımda gerçekleşiyordu.
Hafıza gerçek olanı hatırlar. Hâlbuki gerçek, bize hiçbir zaman lazım olmadı.
Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)
İZDİHAM