Ne tarihin, ne de falların bahsettiği hayatlara benzemiyordu yaşadıklarım. Al basmasın diye bebekliğimi kırk gün kırk gece eşikten geçirmeyen annem şu imtihanı bir türlü verememiş oğlunu her sabah gözünü oğuşturarak sanki bir işi varmış gibi evden çabucak çıktığını görse ne derdi kim bilir? Bir acelem olmasa da randevuma hep gecikecekmiş gibi, fotokopiyle çoğaltılmış sabahlarda evden çıkıp elini tutardım kalabalıkların. Dokunmadığım uzak, dokunmadığım huzursuzluk, dokunmadığım umut kalmıyordu.
Caddelerden geçen tabutların içinin boş ya da dolu olduğunu işte o günlerde öğrendim. Sadece onu mu? Dağınık yüzleriyle boşanmaktan pişman olmuş adamları, yüzük soytarılığına soyunan kalın kalın parmakları, yaşıtları içinde sürekli “abla” görevini üstlenen kızların gizli hüzünlerini de o günlerde öğrendim. Camların ötesine yerleşmiş masalların içinde figüran tavırlarım işte o zamanlardan kalma bana.
Serin ev içlerinde öğlen yemeği hâlâ önüne özenle konan arkadaşlarım aklıma düştükçe gençliğime inanmaktan başka elimden birşey gelmiyordu. Gidenlerin şarkısı dilime yapışıyor, sevdiğim gelincikler bir bir soluyordu.
İnsan gençliğine inandıkça üstesinden gelemeyeceği hiçbirşey yokmuş gibi geliyor. Yanımda insandan çok uğultu geçmesine rağmen kendime bile itiraf etmekten çekindiğim kahramanlıklarımı hep diri tutuyordum. Pencere kenarlarında yaşlanan komşularımla onca zaman tek bir kelâm etmesek de onlar da inancını yavaş yavaş yitiriyordu bana karşı. “En azından” diyordum, onlar pencere kenarlarında yaşlanırken bari onları mahçup etmeyeyim. Küçücük bir anı gibiydim teyzelerin ve amcaların gözünde.
Hayır, bunca sözü duyunca “herşey kötüye gidiyor” diye sanmayın. Gökyüzüyle aramdaki mesafeyi yok eden güzel şeyler de oluyordu. Mesela pazartesi, salı, makarna ve diğer günler.
Aylak aylak gezip, birbirimizi yangınımıza davet ettiğimiz birçok insanla o günlerde tanıştım.Yangını ortak olanlar ölse de, kalsa da aynı çağdan sayılır. Birbirimizi bir şekilde, bir köşede buluyor; dünyanın ve kavgaların bizi haketmediğine kendimizi inandırıyorduk.
Kimler yoktu ki tanıştığım onca insan arasında? Çocukken hangi arkadaşına gitse “git bizim evden” saldırısına maruz kalanları mı ararsınız, ömründe bir kez aldığı plastik topu kimseye göstermeden yıllarca patlatmayarak saklayanları mı, örnek olmak amacıyla ayağını mahsustan sakatlayan cevvalleri mi, dünyaya yatkın aileleri arasında endişesi kendini kemiren devrimcileri mi?.. Yine de hepimiz, önümüzdeki zarı aşkta kaybedenlere atıyorduk.
Onların içinde biri farklıydı benim için. Kalbim beni ne kadar kan içinde bıraktıysa onun kalbinin de onu o kadar kan içinde bıraktığını biliyordum. O biraz haset olsa ben ona, ben biraz yoldan çıksam o bana öykünüyordu. İkimiz de berber çırağı olma yaşının elli bile olacağını iddia edecek kadar idealist kalmıştık hayatın içinde. Kömüre altın desem o bana inanıyordu, o “hadi rüzgârı kovalayalım” dese yalın ayak koşmaya ondan önce başlıyordum. Yorulup iki yana o kadar çok düştük ki onunla anlatamam.
Bir gün pencere kenarındaki teyzelerin ve amcaların meraklı bakışları arasında sabah erkenden kalkıp yanına gitmiştim. Odası ne aransa bulunamayacak kadar dağınıktı kendisi gibi. Artık titizlikten gına gelmiş bana o dağınıklık saray yavrusunu anımsatıyordu. Çok fazla konuşmazdık ama bu suskun hallerimizin ne anlattığını o da, ben de çok iyi bilirdik. En iyi susan bendim ama bazen geçiyordu beni bu konuda. İşte böyle sabahlardan biriydi. Bizim sessizliğimiz biraz da tüfengini temizleyen avcıları hatırlatıyordu. Birazdan o sessizlik bozulacak, gençlerini yutan devrime dönüşecektik.
“Sıkıldım!” deyip “gidelim.” deyince paltomuzu giyip doğruca arabasına gittik. O nereye park etse bütün arabalardan daha eski gözüken otomobilinin içi servetten de, güçten de epey uzaktı. Kibrit çöpü olmadan tutmayan far düğmeleri sonra benim de başıma geldi. Halbuki hiç gülmemiştim.
“Nereye gidiyoruz?” diye sorulmaz arkadaşlıkta. Bunu öğreneli epey vakit olmuştu. Acelemiz yoktu ama öyle hızlı gidiyorduk ki sanki biçilmeyi bekleyen ekinler bize küsecek, yaylım ateşiyle taranan isyancıların ölüsünü biz toprağa verecektik.
Ne o konuşuyordu arabanın içinde, ne de benim ağzımı bıçak açıyordu. Yolun ne kadar süreceğini bilmediğim halde hem her an inecekmişçesine hazır bekliyor, hem de panzerler üstümden birazdan geçecekmiş gibi koltuğa saklanıyordum. Birden bire yalpalayan, son hızla ve sürekli şerit değiştirmeye başalayan otomobilin içinde birazdan doğal bir felaketle karşılaşacağımız anı beklemeye başlamıştım. Hayra yorulacak birşeyler olmadığı kesindi ama yine de takla atana kadar susmayı bekliyordum. “Nasılsa” diyordum içimden “yenilmişlere tarih sorulmaz.”
Bu yalpalama, bu şerit değiştirme, bu kaza yapma hırsımız ve azmimiz bir süre sonra son buldu. Önümüzde aniden duran arabadan çıkan, şarkılarda boyu beste olarak geçen uzun boylu kızın üstümüze ağız dolusu küfürle gelip gözümüze biber gazı sıktığını, sonra da hızlıca oradan uzaklaştığını hatırlıyorum en son.
Arkadaşlığımıza ihanet edip sordum yine de ona. Neden kaza yapmak ve yaptırmak için o kadar uğraştık ki?
“Sen bilmezsin!” dedi. Yoksa yüzümüze bakmazdı bu kız.
Bülent Parlak
İzdiham