Ayakkabılarımın çamurunu gizlemeye çalışırdım annemden. Kirli ellerimi de… Okulda, evde, uykuda hep aynı pantolon olurdu bacaklarımda. Temizlenen küçük bedenim hamam dönüşlerinde yine aynı kirli pantolona giriverirdi. Serzenişlerim olurdu anneme. ‘Ruhun kirlenmesi oğlum.Mühim olan o.’ derdi o da..Ben de ettiği lâfı anlamak için zihnimi allak bullak ederdim.Anlayabildim mi?Geç de olsa evet.Ve anladığım gün çamurlu ayakkabılarım için beni döven anneme içimden seslendim. ‘Anneler çocuklarının ayakkabılarındaki çamuru görmekle mi sorumludur, gözlerindeki yıldızı mı?’
Mısır püskülü biriktirirdim kavanozlarda. Büyüyünce hepsini biriktirip peruk yapacağım püsküller… Her sabah babamın, yatağımın kenarına bıraktığı elli bin liralarım vardı. Sineği bile bayat olan sinekli bakkaldan renkli yuvarlak şekerler alır balıklarım yesin diye akvaryuma atardım. Sabahları aldığım ekmeği karıncalarla bölüşürdüm. Sonra kenara çekilir seyretmeye koyulurdum onları. İki elimi birleştirir köprü yapardım. Ekmeğin hepsi yuvaya taşınınca yemek duası okurdum bir güzel. Karınca duasını ise hiç bilmezdim. Onları sessizce izleyip bedenimin büyüklüğünden utanmak başlı başına bir dua idi benim için. Kendimle tek tek kıyasladıktan sonra her bir karıncayı, onların büyük olduğuna karar vermek, yuvalarını bozmadan yaşamaktı benim karınca duâm.32 numara ayaklarımla üstlerine basma tedirginliği yaşayıp tövbelerle o korkuyu def etmek ne güzel şeydi.
Sosyete mahallesinin annesi temizliğe giden bodrum katı çocuğuydum ben. Annelerinin masallar anlattığı kolejli çocukların odalarını temizlerdi annem. Beni de götürürdü ara sıra. Uzaktan kumandalı arabaları vardı kolejli çocukların. Benimse uzaktan susmalarım… Çok güzel susardım. Eğer bir gün kolejli çocukların oyununa katılıp konuşacak olursam sesimin kadife olmasını isterdim. Kadife sesli desinlerdi bana…
Akşam olduğunda bodrum katımıza dönerdik. Dolunay bir başka görünürdü kuyuya benzeyen malikânemizde. Birazcık ıslık ve bir bakımlık dolunay iyi arkadaşlardı. Papatyalar iyiydi. Uçurtmalar da… Yürümeye ilk adımını atan bir bebeğin düşüp saatlerce ağlaması da iyiydi. Hayatta bastonu hariç hiçbir mal varlığı olmamasına rağmen, cebindeki bir ekmek parasının yarısını Cuma çıkışında kutuya bırakan yaşlı adam daha da iyiydi. Sonbahar gelince gülesim gelmese ona da iyi diyebilirdim. Rüzgâr esince gülerdim durmadan. Yaprak dökülür, ben gülerdim. Tek ciddileşebildiğim konu cenaze arabalarıydı. Yeşil, heybetli cenaze arabaları… Nasıl bir tezattı bu? Ne garipti her bir halta sırıtıp ölüme gülememek. Ne garip şeydi ölüme gık çıkaramadan boylu boyunca uzanmak… Martılar da duygulandırmazdı beni. Onlara da gülerdim. İsimleri başka olsa olmaz mıydı? Mesela ‘çürük’ deseydik onlara. Vişneçürüğü renginde gülümserdik biz bodrum kuyusu çocukları. Martılara çürük denilseydi, yaş aldıkça çürüyen gülümseyişlerimize de martı derdik belki de…
‘Ölünce nereye gidilir?’ diye sorduğumda ‘Gökyüzüne uçarsın.’ Demişti annem. Kuşların, göğün yüzünde uçuşan insan ruhları olduğuna inanırdım bu yüzden. Çirkin kargalar kolejli çocukların ruhlarıydı; serçeler de biz kuyudakilerin. Bir de bedenleri her akşam haberlere konu olan Filistin çocukları vardı. Onların ruhları hangi kuştu karar veremezdim. Dört duvarlı ülkelerinde özgürce süzülebiliyorlar mıydı semâda? Ölüm bile özgürlük anlamına gelmiyor muydu onlar için? Uçamayan kuş diyecek olurdum onlara… Diyemezdim. İçim daralırdı. Bir çift kırık kanat acısı gelip oturuverirdi ta şuracığa. Göğsüme… Ebabil desem eğreti durmazdı sanki bu isim. Her ne kadar uçamasalar da ebabil onuru vardı kanatlarında.
Bir Cuma günü cami çıkışında kutuya para bırakan amcayı bir köşede izlerken;cesaret kuşları ayakkabılarımı ona doğrulttu.İki üç adım atıp başımı epeyce yukarı kaldırdım.Karşımda duran adamın minareden uzun oluşuna şaşırırken birden bir şeyler söylemem gerekiyormuş gibi bir bakış attı.Kadife olduğuna inandığım sesimi ayarlayıp ‘Sen ölünce serçe olacaksın.’ deyiverdim bir çırpıda.Kimin nesi olduğumu anlayamamış olacaktı ki hafif gülümseyerek şaşkınlıkla bakakaldı.Kim olduğumu sordu.
“Yusuf.” Dedim.
-Söyle bakalım Yusufçuk;ölünce neden serçe oluverecek mişim?
-Çünkü ölürsek göklere uçacağımızı söyledi annem.Ve gökteki iyi kuşlar serçelerdir.
Bir şey demedi.Gözlerime uzunca baktıktan sonra ‘Camiye hiç girdin mi sen?’ dedi.Başımla onaylamayınca ‘Gel bakalım Yusuf.Biraz sohbet edelim seninle.’ dedi.Cemaat dağılıncaya kadar bekleyip içeri girdik.Rahleyi aramıza alıp karşılıklı oturduk.Rahlenin üzerindeki kitabı karıştırmaya başladı.Aradığını bulmuş olacaktı ki parmakları kitabı aralamayı kesti.
-Yusuf peygamberi biliyor musun evlat?
Yine onaylamadım.
-Sana bir hikâye anlatayım o hâlde.Kuyudaki Yusuf’un hikâyesi…
Hikâyelerden sıkılırım.Kuyuda yaşamaya razı olmuş çocuklar,kuyudan artırdıkları suyla hayatın gerçekliğini her gün yeniden yıkarlar.Hikâyelerin ütopikliği bizlere bir şey ifade etmez bu sebeple.Buna rağmen o günki hikâye için aynı şeyleri söyleyemem.Zaten pek uzun olmayan bir hikâyeydi.Gözümü kırpmadan dinledim.Hikâyeyi bitirmiş başka şeylerden bahsediyordu.Üç gömleği varmış peygamber Yusuf’un.Ve içlerinden birisi öyle bir gömlekmiş ki babası Yakup’un görmeyen gözlerine şifa vermiş.Üzerinden neredeyse kırk yıl geçmesine rağmen her gün zihnimde tazelenir bu hikâye…”
Cümleler burada son buluyordu.Şebnem ruh bulantısı yaşıyordu sanki.Defterin son sayfalarını da kontrol etmeye başladı.Burada bitsin istemiyordu öğrenecekleri.Son sayfayı açtığında birkaç paragraf daha buldu.
“Bayan…Sizin gibi bir hayatım hiç olmadı.Ancak bodrum katındaki kuyumdan kolejli çocuk evlerinde sizin hayatlarınıza çok şahit oldum.Benim kuyum bir bodrum katından ibaretti.Ama sizin gibilerinki içlerinizde derinleşmiş inilmesi zor kuyulardır.İçinizde kuyular var ve hangisine hapsettiğinizi unuttuğunuz Yusuflar…Yaşadığınız her acı size Yusuf’u kuyuda unuttuğunuzu hatırlatıyor ama sizler kuyu çok derin diyorsunuz.Her mutluluk yine Yusuf’u hatırlatıyor ama ip çok kısa diyorsunuz.Siz yaşadıkça Yusuf da yaşayacak bayan.Eğer Yusuf’u kuyuda bırakmaya devam ederseniz;göğün yüzünde kanat çırpan çirkin karga olmaya devam edeceksiniz.Yusuf kuyuda kaldıkça dünyanın en güzel cümlesinin ‘Kaç yaşında görünüyorum?’ olduğunu zannetmeye devam edeceksiniz.Eğer Yusuf’u kuyudan çıkarırsanız en güzel cümlenin ‘Allah en güzel vekildir?’ olduğunu fark edeceksiniz.Esas güzellik nedir bayan?Vekil olarak kendimize neyi yahut kimi belirledik?
Her gün buralara kadar gelip denizle dertleşip kendinize denizi vekil edinmeyin bayan.İçinizdeki Yusuf’a kulak verirseniz o sizi en güzel vekile ulaştıracaktır.
Kendinize iyi bakın.İçinizdeki Yusuf’u aramaktan çekinmeyin.Onu hangi kuyuya hapsettiğinizi hatırlayamıyorsanız benim pek küçükken yaptığım gibi bir ak sakallının kelâmlarında bulabilirsiniz.Belki hâlâ ak sakallı dedelere rüyalarımız dışında da rastayabiliriz.Ve belki dünya sırf onların hatrı için dönmeye devam ediyordur.Belki sırf onların hatrı için başımıza taş yağmıyordur da gökten taş yağması sadece bir deyimden ibarettir.
Hoşçakalın bayan.Çok hoş kalın…”
Böyle bitiyordu son cümle.Yüzündeki renkli boyaları birbirine karıştıran çiy tanelerini umursamayıp gökyüzüne baktı Şebnem.Bir karga uçuverdi hızlıca.Batan güneşe doğru süzüldü.Balıkçılar toplanmış evlerine doğru gitmek üzerelerdi.Türlü insanlar geçiyordu bankın önünden.Hepsi bir yere koşuşturuyordu.Geç kalmama telaşı vardı her birinde…
O,bunları düşünürken bir kâğıt toplayıcısı bir şeyler mırıldanarak Şebnem’in oturduğu banka doğru yaklaşıyordu.Tam önünden geçerken şu sözleri seçebildi Şebnem: ‘ Yunus,sen bu dünyaya niye geldin?Göçtü kervan;kaldık dağlar başında..’
Adam kaybolana kadar derin bir sessizlik hâkim oldu bankın etrafında.Şebnem’in iç sesinden dâhi çıt çıkmıyordu.Gözlerini kapatıp; ‘Göçtü çoktan kervan.Geç kaldım.’ dedi içinden.’Çok geç…’
Ardından çiy taneleri süzüldü yanaklarından.Kendisini bile hayrete düşüren,dilinin hiç alışık olmadığı şu dört kelime döküldü dudaklarından:
-Allah en güzel vekildir…
Büşra Nur Topal
İZDİHAM