Mana bazen zıddındadır. Mesela ‘yaşamak’ gibi. Yaşamaya gelen aynı zamanda dünyaya ölmeye gelir. Dünyada geçirdiğimiz her bir an ölmektir aslında. Gogol, “Her şey ölüm için yaşıyor.” derken, Montaigne “Bütün günler ölüme gider, son gün ölüme ulaşırız.” demesi bundandır.
Dünya bırakılıp gidilen bir yer. Biliyoruz ki bu dünyadan eşyaya dair bir şey alamayacağız. Hepimiz için lafta “üç günlük” dünyadır, fakat bu üç günü hepimiz farklı yorumlarız. Nice Mısır firavunları ölümsüzlük iksirinin peşinden koşmuş, nice bu uğurda sihirle ve büyüyle uğraşan kavimler olmuş. İnsan varsa ölüm de vardır. Rivayet odur ki meşhur Buddha’nın varlıklı bir yaşam sürdüğü ancak bir gün her şeyin biteceğini, ölümün kaçınılmaz olduğunu anladığında, derin felsefi düşüncelere daldığı sonuç olarak da “nirvana”ya ulaştığı söylenir.
“Yeryüzünün mezardan başka beşiği yok.”* Buraya çocukluk, ergenlik, evlilik, evlat sahibi olma, kariyer, sevinçler, üzüntüler, hayal kırıklıkları, bir miktar mutluluk sığdırıyoruz. Yani her şey dâhil. Dört metre kefen beze sarılı bütün dünyalığımız, servetimiz bu. Yine de yaşama duyduğumuz derinden bağımlılık ve şehvani arzu, niteliğini önemsiz kılıyor. Mezarlar çoğalıyor, hayatımızdan insanları uğurluyoruz ama daha hemen ertesi gün “Şov devam” ediyor. Yakınlarımızın ölümü bile iyileştirmeye yetmiyor bizi. ‘Ölümsüzlük’ derdine düştük, uzun uzun yaşayalım, hiç ölememecesine, güzel. Fakat nitelikli yaşayabiliyor muyuz? Olay bu. Ömürler uzuyor, daha genç bedenlere sahibiz, insan kalabiliyor muyuz? Uzun bir hayat için uğraşıyorduk, ölümsüz olmak istiyorduk. Bu uğurda her şeyi yapıyorduk. Oysa bitiyor bizim için hayat; çocukları öldürünce, içimizdeki canavar büyüyünce, çiçekler koparılınca, bir avuç toprak için savaşınca, ölümler üzerinden rant yapınca, kötülüklere, haksızlıklara, zulümlere, vicdansızlığa yol verince, ‘seyirci’ kalınca bitiyor. Bütün bunları biz kendimize yaptık. Kimyamızı, akordumuzu bozduk. Vurdumduymazlığımız, kayıtsızlığımız, soğukkanlı duruşumuz, kan donduran seyirciliğimiz bu yüzden.
Nasıl mı oldu bu? İnsani değerlerimizin aşınmasının pek çok nedeni var. Tasarlanmış dış argümanlar da bu yitimi tetikliyor. İnsanlık sınavını veremediğimiz en son nokta ölülere olan tavrımız. Şöyle: Eskiden ölene saygı vardı. Birini yabancı veya tanıdıklığına bakılmaksızın son yolculuğuna uğurlamak ciddi bir meseleydi. “ölenin arkasından kötü konuşulmaz” denirdi. Edep ve adap içinde olunurdu. Dinimizde ölü bedenin bir mahremiyeti vardır. Hz. Fatıma ölmeden önce gece defnedilmesini vasiyet etmişti. Sebebi de gündüz kadınların cenazelerinin konulduğu tabutların üstününün örtülemeyip açıkta olmasıydı.
Ölü mahremiyetine gösterdiği yüksek duyarlılıktan ötürü cenazesinin gece defnedilmesini istemişti. Oysa günümüzde bunun esamesi bile okunmuyor. Yaşayana saygımız olmadığı gibi ölene de yok. Öyle bir çağ ki sadece olguların değil, eylemlerin de içi boşaldı. Hatta ‘Ölüm’lerin bile! ‘Ölü seviciliği’ hayatımızın bir parçası oldu. Artık “Ölenlere saygı” dediğinizde bazı sözde insan hakları savunucularını karşınızda buluyorsunuz. Yani artık “İnsan gibi” de ölemiyoruz. Dahası şiddeti, vahşeti görmek istiyoruz, bundan haz alıyoruz. Öyle olmasa Özgecan Arslan’ın son görüntüleri google arama motorunda en çok aranan fotoğraf olur muydu? Cinayet haberleri bu kadar reyting alır mıydı? Dolayısıyla medya da bu görüntülerin bu kadar çok peşine düşer miydi? Ölüm bile “medyatik” bir olay. Ovidus’un dediği gibi “Nereye baksak ölümün görüntüleri var” artık.
Bu hali pür melalimiz ‘görüntüleme’ hadisesinden itibaren var. Batı’da 15. Yüzyılda ressamlar ölen rahiplerin resmini yaparlardı. 19 yüzyıla gelindiğinde ABD ve Avrupa’da oldukça yaygın bir gelenek olan Post Mortem (ölümden sonra) fotoğrafları çekilmeye başlandı. Yakınlarını kaybedenler ölüleri canlı gibi giydirir, aile bireyleriyle birlikte fotoğraf çektirirdi. Amaç ölen kişinin ardından son bir anı bırakmaktı. Yani ölümsüzleştirmek… Bu görüntülerin insanlara çekici geldiği söylenir. Uyandırdığı ‘ölüm fetişizmi’ ayrı bir araştırma konusu. Çünkü günümüzde kısmen devam ediyor. Benzer bir olay Rusya’nın Kirov kentinde yaşandı. Bir hemşire ölmekte olan hastaların başında çirkin el işaretleri yaparak selfie çektikten sonra bunları internet paylaşım sitelerinde yayınladığı için işten atıldı.
Bununla birlikte yakın tarihte de nasıl şiddet veya ölü seviciliğine maruz kaldığımızı daha net görürüz. Yahudi soykırımını anlatan ceset ve işkence görüntülerine, Hocalı’da, Bosna’da, Ortadoğu’da insanlığımızdan utandıran fotoğraflara bakınca savaş-‘ölüm pornografisi’ görebiliriz. Daha yakına gelirsek, Saddam’ın idamının görüntüleri kaydedildi, ölüm anı ve sonrasının fotoğrafları çekildi. Ülkemizde benzer şekilde, Adnan Menderes’in ipte sallanan görüntüsü ideolojik tahakküm olarak sunuldu. O fotoğraf darbe kuşağının zihnine mıh gibi nakşedildi. Nitekim Libya Lideri Kaddafi’nin linç görüntüleri de internette dolaşıyor, izlenme rekorları kırıyor. Irak işgali sırasında, bir grup Amerikan askeri tarafından halka uygulanan akıl almaz işkencelerin medyaya sızması, ardından IŞID’in servis ettiği -montaj olduğu söylense de- milyonlarca kişinin izlediği kan donduran görüntülerin defalarca yayınlanması da her ne sebeple olursa olsun bu pornografiye hizmettir. Yakın bir zamanda Atatürk Havaalanı’nda yaşanan elim olayda adeta dejavu yaşadık. Bu görüntüleri izleyen birisi bir daha nasıl eskisi gibi olabilir?
Bir dönem, şiddet eğilimlerini şiddet gösterisiyle boşaltarak (katarsist etkisi) fiili şiddetin önüne geçeceği düşünülüyordu. Ancak daha sonra kurmaca şiddet arındırmadığı, normalize ettiği, şiddeti meşrulaştırdığı, kullanımını haklılaştırdığı ve insani duyarlılıkları öldürdüğü ortaya çıktı. Bu nedenle madem ki Batı’yı bahane ediyoruz oradan bir örnek vereyim BBC yayın ilkeleri gereğince: insanın ölüm anı mahremiyet içerir deşifre edilemez. Teşhir etme, deşifre etme hastalığı internetle birlikte iyice zıvanadan çıktı. Sinema da izlenme rekorları kıran korku-gerilim türü filmler de insanlarda göz aşinalığı yapıyor. Her gün binlerce insan ölüyor, peki neden ölüm haberi duyduğumuzda artık etkilenmiyoruz? Veya neden sudan sebeplerden insanlar birbirini öldürüyor? diye soruyorsanız cevabı bu.
Ölüm, hayatın bize koyduğu kota, çizdiği sınır, çektiği ayar ve mutlak iradenin nefsimize attığı tokat. Hadis-i Şerif’te “Ölümü çok hatırlayın”, ancak buna karşılık “ölümü istemeyin” buyrulur. Kendimizi hesaba çekmemiz, ayar vermemiz için ölümü hatırlamaya ihtiyacımız var. Ne var ki ceset görüntüleri bize ölümü hatırlatmıyor, sadece duyarsızlaştırıyor, sıradanlaştırıyor. Başka bir deyişle ‘bu anı ölü fotoğrafları üzerinden ölümsüzleştirmeyelim’. Biliyoruz ki“Her canlı ölümü tadacaktır”, kaçış yok. Bir gün o mezarlıklarda bizim de adımız yazacak. Ya o binlerce kez tıklanan ölüm sizinki olsaydı? Veya en sevdiklerinizin kan revan içindeki fotoğrafları gazetelere basılsaydı? Başkasının ölüsüne yaklaşımımız “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz” mesabesinde olmalı. Ölmeden önce insanın insan olduğunu hatırlaması, ‘Ölüm fetişizminden’ kurtulması ve fabrika ayarlarına geri dönmesi gerekiyor. Önüne geçemezsek ‘Nekrofili toplumu’na doğru gideceğiz.
Büşra Sönmezışık
İZDİHAM