22 Nisan 2016

Cemal Şakar, Bahar

ile izdihamdergi

Bildim.
Babam karların üzerine yüzükoyun uzatıldığında, karın ne kadar dondurucu olduğunu.
Kırarmaya başlamış sakalları kara değdiğinde, dudaklarındaki titremeyi.
Morarmış dudaklarından çıkan nefesin karları erittiğini.
Bir karış tepesinde duran namlunun soğukluğunu, namluya sürülmüş merminin sıcaklığını, kurulmuş tetiğin gerginliğini.
Tetiğin gerginliğindeki köyün sükûnetini.
Sükûnete boyun eğmiş tüm erkekleri.
Karda rızık arayan kuşların çıplak dallara sığınmasını.
Avlu kapısına yaslanmış annemi. Annemi, kapının pervazına tutunmuş, hayata tutunmak ister gibi. Hayata tutunmak istediğinde babama hayat gibi tutunmasını.
Meydana uzatılmış hayatları.
Dakikanın saniyelerden oluştuğunu.
Saniyenin tiktakları arasındaki boşluğa asılmayı.
Ancak annemin kıyısına tutunabilmeyi.
Uzanamamayı.
Tutunamamayı.
Karla kaplı dağların bıçak gibi olduğunu.
Ağaçların titrediğini.
Arzın ayaklarımın altından kayıp gittiğini.
Yaşayan bilirmiş.
Bildim.

*
Bir cipin önünde sürü gibi güdülen köylülerle birlikte; her şeyi geride bırakmıştık.
Söylemesi kolay! Bunca zaman sonra, zaman gömerken beni karanlık tiktaklarına, şimdi söylemesi kolay! İçimde koca bir köyü taşıyordum: Doğduğum evi. Eve taşıdığım çamurları. Hep soğuğu. Avlumuza düşen donmuş kuşları. Kıyısında durakaldığım, ötesi var mı bilemediğim keskin yarları. Öldürülen hayvanlarımızı. Yakılan damlarımızı. Alevleri. Dumanları. Annemin ağıtlarını. Babamın gırtlağındaki öfkeyi.
Taşıyordum karlara bata çıka.
Gidiyorduk.
Her şey geride kalıyordu.
Yalnızlaşıyorduk.
Yalınlaşıyorduk.
Mekanla bağımız koparılıyordu.
Hafızasızlaşıyorduk.
Karlar yukarılarda kalıyordu.
Biz bir şehre… bir şehre sürülüyorduk.
Geride bunlar kalmış işte! Kocaman bir fotoğraf. Ayrıntılar yok. Kocaman bir fotoğrafa sığıvermişti koca köyümüz.

*
Naylonlar, kartonlar, çadırlar, sıcak, sinek, ağır kokular, hiç giderilemeyen açlık, her şeyin artığı, eksiği, noksanı, kullanılmışı, yıpranmışı bir çöplük gibi yığılıveriyordu önümüze. Yıpranmış, kullanılmış, noksan, eksik, artık her şeyin ardında, bir türlü giderilemeyen açlığımızla, ağır kokular, sinekler, sıcaklar, çadırlar, kartonlar, naylonlar altında yiyor, uyuyor, uyanıyor, sonra çöpler dağ gibi yığılıyor, yiyor, uyuyor, uyanıyor, boğuluyorduk kendi içimizde. Babam boğuldu kendi içinde, kendi kokuları, kendi korkuları, kendi yenilgileri… Tutunmak istedikçe ellerine, bir türlü kıyısına ilişemediğim babamın gözlerine baktıkça, görmek istedikçe kendimi onda, yapayalnız gördüm babamı, buz gibiydi, çenesi titriyordu, dudakları morarmıştı, nefesinde bir… nefesi değdiği yeri donduruyordu, bir boşluğa uzanır gibi uzandım, boşluğa nasıl tutunulur bilemedim– yenildi. Annem hep kalabalıktı. Çocuklar eteklerinde. Büyüyen gözleriyle çocuklar… Yılamazdı, yenilemezdi, kendi içine çekilemezdi, çocuklarının gözleri büyüyordu. İçinde köy, köyün dağı, dağın göğü, göğün yıldızları, yıldızların ışıltısı, ışıltının titreştirdiği sesler, seslerin büyümesi… bağıramaması, her şeyin içine çökmesi. İçindeydik, izin vermiyordu, koruyordu bizi, çıkamazdık, çıkarmıyordu… taa ki–

*
Her şey söylenemiyormuş.
Anlatılamıyormuş her şey.
Mümkün değilmiş geride bırakmak.
Her şeyi gırtlağımda taşıdım.
Geldim.
Duramazdım.
Duramıyordum.
Geldim: dilsiz, hatırasız, yalnız, yalın.
Bilmediğim sokaklarda, bilmediğim insanlarla, bilmediğim bir zamanda, bilmediğim bir denizin ikiye böldüğü bu şehirde, sadece kocaman bir fotoğraftım. Göğü görebilmek için sırtüstü düşeyazarken, sur gibi yükselen evlerin arasında bir göğü bildim. Yıldızlar yoktu ki annemi bileyim, babam bir yalnızlıkta boğulmuştu, denize doğru akan bu insan seli arasında babamı bildim– derin yalnızlığı, her omuz çarpışında biraz daha derinleşen yalnızlığı, büyüyen gözlerimde kocaman bir şehrin sokakları– insanlar, seller, sesler içindeydim. İçim kupkuruydu, bir tek o kocaman fotoğraf. Mekana yutarcasına bakıyordum, yeni bir hafıza oluşturmalıydım. Tutunacak bir mekan, bir zaman.
Bir zaman sonra tutundum tırnaklarımla. Öylece kalakaldım. Tutundum ve dondum. İçim çekiliyordu, kuruyordum rutubetli odalarda, leş gibiydim.
Gecenin birinde, gıcır iskarpinleriyle böğrüme böğrüme… Keş misin lan dedi, telsiz seslerinin arasından. Leşim dedim.
O zaman tanıdım kendimi.
Kendimi o zaman isimlendirdim.
Bir leş işte!
Leşi çıkmış biri!
Bir isim sahibiydim artık.

*
Lan oğlum, dedi, bahar gelmiş dağlara.
Dağları hatırladım. Bıçak geldi aklıma. Karın ne kadar dondurucu olduğu. Karları eriten nefes. Tetiğin gerginliğindeki köy. Babama tutunamayan annem. Saniyenin tiktakları arasındaki boşluk. Uzanamamak. Tutunamamak. Bıçak gibi dağlar. Titreyen ağaçlar. Arzın ayaklarımın altından kayıp gitmesi. O kocaman fotoğraf işte! Hep benimle. Hep gırtlağımda.
Ben gidecem oğlum! Evimiz, sokaklarımız, köyümüz, dağlarımız, yıldızlı göğümüz.
Gırtlağımda kelimeler birbirine çarpıyordu. Konuşamadım.
Sus dedim.
Aklıma alevler geldi.
Fotoğraftakiler hareket ediyordu.
Ama her şeyi bir duman kaplamaya başladı. Geçmişin alacakaranlığında kayboluyordum.
Geride kalanlar, geride kalıyordu. Bir daha kazanılamıyordu.
Leş gibi yatıyordum kartonların, naylonların altında, sağıma döndüm bıçak… yok dağlar battı karın boşluğuma.

Cemal Şakar, İtibar, Aralık 2013, s. 27.
İZDİHAM