DENİZE ATILAN ŞİŞE
I
Horatius, yıllar kanatlarını koparıncaya kadar güzelden güzele koşan kelebek… Hayatı iksir gibi yudum yudum içen ve her nefeste fâni zevklerinden ebedi besteler yaratan büyücü! Hayâsız ve kayıtsız. Eflatun, şairi ideal beldesinden kovmakta ne kadar haklı. Bir fahişenin kucağından öbürüne koşan, dün öptüğü elleri bugün ısıran Horatius, kendilerine rint adını takan iğrenç mahlûkların sefil bir örneği. Bir gün önce sevgisinden yanıp kıvrandığı, bir gün önce karşısında ihtiramla secdeye kapandığı kadını ertesi gün cadı diye jurnal etmekten sıkılmayan bu kâselis, bu müzevir, bu âdi mahlûk, klasikler arasında nasıl yer alabiliyor? Neden vakur Juvenal okunmuyor? Niçin Lükres’in erkek sesi insanlığın ufkunda çınlamaz oldu? Hafız’ın Hayyam’dan fazla sevilmesine sebep ne? Kamasutra üslubunu ahenkleştirebilenler ebedileşiyor. Pascal, Lamennais, Milton… ziyaretçileri kalmayan birer türbe… Hangi türbenin ziyaretçisi kaldı ki!
Kelime leşleriyle dolu bir kafatası, hora tepen mefhumlar; kaypak, insicamsız ve ipliği kopmuş tespih taneleri gibi herbiri bir tarafa dağılıveren düşünceler…
Gece ve O, başbaşa. Yıllardan beri O geceyle başbaşadır. Başbaşa. Fakat gece de yalnız, O da. Birbirlerinin ciğerlerini sökmek için fırsat kollayan iki düşman gibi başbaşalar geceyle, gece pençelerini bütün uzviyetine geçirmeye hazır. Mösyö Seguin’in keçisini gözeten kurt gibi gece, kahkahalarla uluyor. Bir kurt ki gözleri pırıldamıyor, bir kurt ki soluğu buz gibi soğuk.
O ve gece… İçindeki aydınlık olmasa, kitapların saçtığı aydınlık!
Ey Beklenen! Ne zaman gözlerinin yıldızı bu heyulayı dağıtıverecek?
O, rahat bir masaya müştakdı, üzerinde sevdiklerine sevdiklerinden bahseden uzun makaleler yazacağı bir masa… Yıllardan sonra onun da bir masası oldu, fakat artık yazamıyordu? Şimdi bütün sevdikleri mışıl mışıl uyumakta. Sevdikleri mi..? Madem ki köstebek kadar intibak kabiliyeti yok neden yaşıyor? Bu satırların muhatabı kim? Ölüler yazı yazarlar mı? Evet, herkes, yani her uyumak isteyen uyuyor… O, dudaklarında sigara… Sigarası da söndü, ağzı zehir gibi.
II
Ona hiç mi oyuncak almamışlardı hatırlamıyor. Okumayı amcasının kitaplarından öğrendi. Uzunçarşı’daki evin üst katında bağıra bağıra “Türk Sazı” okuduğunu hatırlıyor. Şiirin büyülü dünyasına o kitapla girdi. Sonra bir köye göçtüler. Çerkez mahallesinde iki katlı bir ev. En tatlı hatıralarından biri, babasının aileyi etrafına toplayıp yüksek sesle kitap okuması. “Abbase” bu şekilde dinlediği ilk roman. Sonra kendisi okumaya başladı. Kitaplar ve tabiat… O’nun yegâne çocukluk arkadaşları. Tabiat, yengeçlerle, kertenkelelerle, yılanlarla doluydu. İçini korkuyla doldurmuşlardı, sere serpe dolaşmasına izin vermiyorlardı zaten.
III
Gözyaşlarından inci yapmak… Şairin kaderi bu. Bu incilerin bir sevgili kahkülünde pırıldadığını görebilmek de en büyük mükâfatı. Benim zavallı gözyaşlarım..! Chenier’yi hatırladım, Saint-Lazarre zindanında ölüm saatini bekleyen Chenier’yi. Gençti, güzeldi, kaleminde kelimeler şelaleleşiyor, hayatı şehvet ve ihtirasla seviyordu. Chenier’yi hatırladım, Chenier’yi ve onun son sevgilisini. O genç kız ki henüz taptaze bir başaktı. Yeşil bir başak ve yeni açmış bir gelincik. Ve ölmek istemiyordu. Ölüm! Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalayan insafsız ilahe. Ama mesuttular, Chenier genç sevgilisinin bakışlarında aşkın yıldız yıldız pırıldadığını gördü… Ve o devirde giyotin bir nevi lejyon donör nişanıydı.
Ölmek istiyorum, dekorsuz, poz almadan. Batan bir güneş gibi ihtişamla değil, kaderin bileklerime taktığı prangalardan kurtulmak için ölmek. Mütevazı bir odadan süslü bir salona geçer gibi, realiteden tarihe geçmek umurumda değil. Ah inanabilseydim! Istırap gayyasında aylarca kaldım, orada yalnız sükût vardı. Neredesin, yanan alnımı müşfik avuçlarında dinlendirecek Meçhul Dost?
Toprak olmak. Bağrında çiçeklerin yükseldiği bir toprak ve çiçeklerde yaşamak… Artık tabiatı da sevmiyorum. Belki bütün bunlar yalan…her şey gibi. Sevilen bir sesin, seven bir sesin sıcaklığı bütün bu soğuk düşünceleri dağıtabilir, nerede o ses?
Biliyorum bedbahtlar zalim olur, ben de zalimim…ama…
IV
Saatlerin saniyeleştiği haz şehrayinlerinden, saatlerin asırlaştığı menfa cehennemine yuvarlanan Ovid, şımarık şikâyetlerini mısralaştırırken Roma’da okunacağına inanıyordu. İnanıyordu ki nağmeleri dudaklarda dolaşacak ve gözyaşlarıyla ıslattığı o kâğıt parçaları sevgili göğüslerinde menekşeleşecek. Ovid bahtiyardı.
Kırık bir kalem, soğuk bir oda ve yalnızlık, kâğıdın, kalemin ve kâinatın ihaneti… Radyoda sesler yıldız yıldız. Şimdi yaşayanlar yenizafer sabahlarının sarhoş edici ümitleri içinde. “Mısırın Sesi” radyosu, sömürgeci Fransa’nın tüyler ürperten vahşetlerini haykırıyor, Bir hukuk profesörü milletinin bu şenaatleri karşısında istifa etmiş. Esir milletleri zincirden kurtarmak için düğüne gider gibi ölüme giden 89 kahramanlarının Fransa’sı, Marquis de Sade’ı isyan ettirecek bir sadizm humması içinde insan kasaplığı yapmakla meşgul. Belki şimdi medeniyet dünyasının yüzlerce bilgini, yeni ölüm vasıtaları bulmak azmiyle uykusuz… Her şey yalan, herkes yalancı. Ölümden bucak bucak kaçan, sözde bedbin Schopenhauer’den nefret ediyorum.
Ey karşısında vecitli saatler yaşadığım eski dostum kâğıt! Ne zaman dertlerime kulak verecek, ne zaman kafamdakilere mâkes olacaksın? Fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar… Yazabilsem benim de hürriyetim olacak. Belki yaşadığımı ve yaşamaya layık olduğumu hissedeceğim. Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şişe onlar. Belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları…
Radyoda örümcek ağına benzeyen sesler…
Bunları senin için yazıyorum, Meçhul Dost. Bu bir davet, sevgi daveti. İsterdim ki kelimeler çiçek çiçek eşiğine yağsın; isterdim ki kelimeler yıldız yıldız aydınlatsın odanı. Sönen gözlerimin bütün aydınlığı kıvılcımlaşsın onlarda. Kelimeler buseleşsin ve güvercinler gibi, kuğular gibi, kırlangıçlar gibi uçsun sana… Güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler Paros mermerinden daha ebedi… Ama ben ne onlarla bir türbe kurmak istiyorum, ne bir heykel yapmak. Şöhretin en azametlisi bir dakika yaşamaya değer mi diyeceksiniz. Doğru. Yalnız kelimeler o dakikayı ebedileştirdiği ölçüde manalıdırlar.
Nemesis, Nemesis. Alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilahe! Neyimi kıskandın benim? Keyhüsrev’in debdebe ve daratma kızmakta haklıydın, Krezüs belki hışmına layıktı. Promete seni çılgına döndürmüş olabilir. Milton’un gözlerini neden oyduğunu anlıyorum. Şaşkın ve deli bakire, bana hıncın nereden geliyor? Ne erguvanlar içinde doğan bir Bizans prensiyim, ne gururuyla Olemp’i gocunduran bir titan. Ama, ey kısır kadın, ey şaşkın tanrıça… Senden sadece iğreniyorum.
16.7.1955
QUINZE-VINGTS GECELERİ I
Kafası boşlukta dönen bir çark gibi manasız ve faydasız uğultularla dolu. Hatıralar çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibi. Istıraplarını kelimeleştirmek tesellisinden de mahrum, ağlaması da yasak!
Bu uçsuz bucaksız kainatta onun hissesine düşen mesafe vücudu ile hudutlu, ağaç gibi, evet ağaç gibi… Kökünden sökülmüş ve kurumaya terkedilmiş bir ağaç.
Ona öyle geliyor ki aylardan beri dünyanın bütün saatleri durmuştur. Yalnız…Belki ebediyen yalnız.
Buffon çölün dehşetinden bahseder. Pascal sonsuzluğun yıldırım gibi çarpan azametini anlatır…
Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekâmızın gözbebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkûmdur. Hayatımız bakışlarımızdan maddeye işler: madde bizimdir. Tabiatla ebedi bir vuslat içinde yaşayabiliriz. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Mekân canavarı, bütün buutlarıyla ehlileşiverir. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrinde, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Yıldızlar onun için doğar, çiçekler onun için abideleşir, güneş, kuşların kanadında, onun için, alaimisemanın bütün nüanslarına geçit resmi yaptırır. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.
Sesler, yapışkan, kirli bir sümüklüböcek murdarlığı ile bütün vücuda dolan sesler… Hastanın biri ördeğini doldurmakla meşgul…
Bir temerküz kampının rutubetli hücresinde sabahı bekleyen adam, herhangi bir dâvanın fedaisi olmaktan doğan gururla sarmaş dolaştır. Kulaklarında her an bir destan mısralaşır. Yarın beynine son kurşunu yerken tabiatın şehrayini ile bir kere daha kucaklaşacak ve nesiller Meçhul Asker’i mezar taşında onu da hürmetle selamlayacaktır…
Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler…
Horace, hastalıkların şiire konu olamayacağını söyler. Lucrece, Atina’daki büyük vebayı terennüm etmişse de, bu, evvela bir istisnadır, sonra vaka kahramanı herhangi bir şahıs değil, bir kalabalıktır.
Hastane, dünya romanının iğreti misafirlerinden ve figüranlarındandır. Barbusse’ün “Ateş”i (Le Feu) bir sanatoryumda başlar. Zola’nın “Fecondite”sinde, Dickens’in adını hatırlayamadığım bazı romanlarında, Tolstoy’da, D’Annunzio’da, Çehov’da hastalardan ve hastanelerden uzun uzun bahsedilir.
Evet, insan hayatını bütün çıplaklığı ile bütün kirliliği ile sayfalaştırmaktan adeta marazi bir zevk duyan roman bile, hastaları üvey evlat saymış. Herhangi bir katil, herhangi bir hırsız, herhangi bir sapık, karanlıklar içinde bocalayan bu ıstıraplar kervanının bütün unsurlarından daha enteresan.
Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık… Çocukken oynadığımız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe.
Bu koğuştakiler saati, ya dışarda birbirine çarpan süt güğümlerinden veya Mösyö François’nın öksürüğünden öğrenirler. Bu koğuşta sözü doğru değil, bu cehennemde de kastlar, dereceler, farklar var. Birazdan Mösyö Francois, eşeklerini sulayan bir değirmenci çalımı ile hastalara sütlü kahve dediği acayip içkiyi ihsan edecektir… Koku ve ses. Ten kokusu, sidik kokusu, ağız kokusu, genzi gıcıklayan ağır bir nikotin kokusu… Kocaman konserve kutularından uydurulan sigara tablaları ağızlarına kadar izmarit, meyve kabuğu, ekmek artığı doludur…
Okyanusta bir sal, salda bir yolcu ve gece… Bu kitap fırtınaya tutulan o yolcunun, içine kafasındaki bütün ışığı doldurup, dalgalara fırlattığı şişe! Denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak… Kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomardan uçurtma mı yapacaklar?
Düşüncelerine inatçı bir zıpkın gibi saplanan ıstıraplardan utanıyor, utanıyor. Kanatları oklarla delik deşik düşüncelerinin. Onlarda ne kartal ihtişamı var, ne albatros azameti… Bir zamanlar bataklıklardan enginlere bir kırlangıç gibi süzülen düşünceler… Şimdi enginler sis içinde.
Deha, dikenli bir taç. İsa’dan Marquis de Sade’a, Homeros’dan Milton’a kadar bütün bu büyükler Nemesis’in hışmına uğradı. Deha, dikenli bir taç, yaratmak daima ıstıraplı… Fakat yaratamadan ıstırap çekmek daha dayanılmaz bir çile. Yahut kalbinden ve kafasından doğacak bütün varlıkların, zinde ve gürbüz de olsalar, öldürüleceğine inanmak ve onları doğmadan boğmak… Isparta cılız çocukları boğarmış. Bugünkü cemiyet fikrin ve hissin en nurtopu çocuklarına musallat. Muarri, mutaassıp bir dünyanın kucağında en kutsal inançlarla hiçbir ceza görmeden alay edebiliyordu. Bedbahtlık ona böyle bir imtiyaz kazandırmıştı. Modern cemiyette
bedbahtlığın o kadarcık tesellisi de yok.
* * *
Din, aşk, şiir: boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. İnanamayanların inananlara sataşmasında muhakkak bir parça kıskançlık da var. Keşke bütün insanlar aynı tanrıya inanabilseydiler. O zaman dünya cennet olurdu. Sevmek yaşamaktır. Böceklerden kehkeşanlara kadar uzayan bir sevgi… Bütün kâinatı ve kâinattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar?
Mağarasının duvarları arasında meçhul küvetlere yalvaran iptidai insan, atom devrinin zındığından daha mı az akıllıydı, bilmiyorum, ama daha bahtsız değildi. İnanmayan adamın ebleh gururu! Hangi bilgimiz en iptidai dinin naslarından* daha sağlam?
Oyuncak değiştiren çocuk daima daha kötü, daha hantal, daha tehlikeli oyuncaklar peşinde…
İnanan, bedbahtlığından bahsederse yalan söyler. İnanan için bedbahtlık yoktur. Bağlandığı ağaçta yamyam tam tamlarını dinleyen misyoner, Roma’nın bütün hunhar ve sadist imparatorlarından daha mesuttur.
Ey müminler, saadetinizi gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalıdır.
QUINZE-VINGTS GECELERİ II
Dante Cehennemi anlayamamış Dostum. Cehennem, hatıraların küllenmesi, ümitlerin susması. Cehennem haykıramamak, ağlayamamak. Cehennem çöl değil, kuyu: sularında yıldızlar parıldamayan kör bir kuyu cehennem. Çölde yıldızlar konuşur, rüzgâr konuşur…
Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Göz bebeklerimizden fışkıran her seyyale mekân canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo, o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.
Nemesis, Nemesis… Alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilahe, neyimi kıskandın benim? Elbette ki Promete seni çılgına döndürecekti. Dârâ’nın azametine, Karun’un debdebesine, İskender’in yiğitliğine kızmakta haklıydın. Homeros, Milton, Beethoven hışmına uğramaya layıktılar.
Ey, yıldırımlar gibi, ulu çınarlara musallat tanrıça, ben ne erguvanlar içinde doğan bir Bizans prensiydim, ne gururuyla tanrıları kışkırtan bir titan.
Cemil Meriç, Jurnal
İZDİHAM