Cennetin Çocukları
– Neden geç kaldın? Okula geç gidersem bana ceza verecekler.
– Ayakkabılarımı sen kaybettin. Suçlu sensin. Babama diyeceğim.
– Tamam de. Ama fakir olduğunu ve sana başka bir ayakkabı alamadığı zaman üzüleceğini de bil!
Cennetin Çocukları
İnsan fıtratının içine nüfuz etmeye ve orada bulduğu güzellikleri ortaya çıkarmaya; medeniyet birikiminden faydalanarak tüm insanlığa sunmaya; vicdan sesiyle saflığı, paklığı, güzel olanı estetik bir biçimde ifade eden bir Mecid Mecidi filmiyle karşıyayız: Children of Heaven (Cennetin Çocukları). Mecidî’nin 1997 yılında, oldukça düşük bir bütçeyle gerçekleştirdiği “Cennetin Çocukları”, hissettirdiği samimiyet, içtenlik ve fedakârlıkla Batı dünyasında birçok yönetmenin yakalayamadığını, yapamadığını yapmış. 1999 yılında İran tarafından “En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ı”na aday gösterilen yapıt, her ne kadar o yıl Oscar Ödülünü kazanamasa da ABD’de gösterime girebilen ve bu ülkenin sinemaseverlerinin yine de büyük bir beğeniyle karşıladıkları az sayıda İran filminden biri olmuş. Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde de yaygın gösterime çıkan “Cennetin Çocukları”, Oscar adaylığının yanı sıra daha 12 ulusal ve uluslararası yarışmada daha önemli ödüllere aday gösterilmiş, bunlardan 10 tanesini kazanmış.
İran filmlerini ele alırken Batı ile karşılaştırma ihtiyacı hissederiz. Çünkü Batı’nın sinema algılayışındaki insanlığa sunduğu hayat tarzı ile İran filmlerinin; daha da genelde doğu kültürü ile beslenen filmlerin insanlığa anlatmak istedikleri, sundukları hayat tarzı arasında birçok açıdan farklılıklar var. Modern dünyada ister istemez edindiğimiz ya da bize sunulan hayat ister istemez bizi kendimizden uzaklaştırmakta, fıtratımıza yabancı kılmaktadır. Doğu kültürüyle beslenen filmler, genelde İran özelde de Mecidi filmleriyse, insanı “insan” kılan değerleri işlemekte, insanın yaratıcıyla olan ilişkisini en üst seviyeye taşımaktadır. Genel olarak değerlendiğimizde batıda ihtişam varken doğuda fedakârlık, mütevazılık vardır. Batı’nın araçları silahlar, kuleler, iletişim aletleri, lüks arabalarsa doğunun araçları da insandır, amaçları da “insanca” olana ulaşmaktır. “Batı anlayışında insan doğanın ve şartların esiridir, hareketleri zorunludur. Mecbur kaldığında her şeyi yapabilir, adam öldürebilir, katliam yapabilir. Fakat bizim inancımızda her zaman manevi değerler daha üstündür. İnsan şartları değiştirebilir; çünkü irade sahibidir.” diyor Mecidi.
Fıtrat Dili…
Mecidi filmlerine genel olarak baktığımızda, iç dünyaya bir yolculuk yapıldığını, güzelliklerden ve umuttan beslenen bu yolculuk yapılırken, izleyicinin duygularını incitmeden, güzel olanı en güzel bir şekilde ifade edebilmek için Mecidi’nin fıtrat dilini kullandığını görürüz. İnsanı kendi doğal akışına bıraktırarak insanı “insanca” anlatma sanatını kullanan Mecidi, “eşref-i mahlûkat” olan insanı kâinatta yaratılmışların en üstünü olarak görür ve beyazperdeye de bu şekliyle aktarır. Bu yönü onu birçok yönetmenden ayırır. Realizm akımının etkisinde bir İtalyan filmi olan Da Sica (Bisiklet Hırsızları) ile tam da bu noktada ayrılır. Bisiklet Hırsızları’nda çalışmak için mutlaka bisiklete ihtiyacı olan bir kişinin bisikleti çalınır. Bisikleti çalınan kişi, bisikleti her yerde aramasına rağmen bulamaz. Bunun üzerine o da gidip bir başkasının bisikletini çalar. Batı’nın oluşturmaya çalıştığı rasyonel insan modelinde, bu bir haktır, böyle görülür, “Mademki toplum benim fakirliğime bu derece duyarsız, mademki kimse benimle ilgilenmiyor, üstüne üstülük dürüst olarak çalışırken bisikletim çalınıyor, öyleyse ben de çalabilirim” mantığı Batı’nın rasyonel insan modelidir ve bu anlayış Batı toplumunu felakete sürüklemiştir. Ne olursa olsun çalmanın insan fıtratına ve Allah’ın insana verdiği güzelliğe aykırı olduğunun bilincinde olan Mecid Mecidi ise, insan fıtratının güzelliklerini, yaratılmışların en şereflisi olan insanda bulunup da beyazperdeye aktarılmamış güzellikleri beyazperdeye aktarma çabasındadır ve bu manada insanı kâinatın kardeşi gibi görür. Her filminde kahramanların kâinatla kucaklaşması, kâinatla bütünleşmesi, kuş sesleri ve mütebessimlik Mecidi’nin anlatmak istediği o fıtrat dilinin imgeleridir.
Asil ve Hakkı Gözeten Bir Duruş…
Cennetin Çocukları’nda kız kardeşinin ayakkabısını tamirden aldıktan sonra kaybeden ve bundan dolayı da içten ve derin bir acı duyan Ali ile kız kardeşi Zehra, filmin odağındaki “cennet çocukları”dırlar ve saflığı temsil ederler. İki kardeş bir ayakkabıyla okula giderken, birbirlerine destek olurlar ve aynı spor ayakkabıyı ortak kullanırlar. Bunu da fakirlikten dolayı onlara ayakkabı alamayacağını bildikleri babalarını ve hasta annelerini üzmemek için yaparlar. Fedakârlığın küçücük yüreklerde nasıl dilim dilim işlendiğini, işlenebilirliğini, dünya üzerinde böyle bir alanın oluşturulabileceğini anlatır yönetmen. Bu iki çocuğun aynı ayakkabıyı kullandığını anne ve baba hiçbir zaman öğrenemez. Yiyecek ekmeği bile zor bulan, kirasını ödemekte zorlanan, farklı işler yapmaya çalışarak ailesini kıt kanaat geçindirmeye çalışan bir babada gördüğümüz; evde, çalıştığı yere ait şekerleri kullanılacak hale getirmek üzere kırarken, o anda kendi çayının içine binlerce şeker içinden bir tanesini dahi atmayacak kadar asil ve hakkı gözeten bir duruştur:
– Kızım şekeri de verir misin?
– Baba bu şekerlerden kullansana!
-Olur mu kızım, bunlar caminin malı. Bize güvendiler de teslim ettiler…
Tek Ayakkabıyla Okumak…
Tek ayakkabı ile okumanın zorluklarını görürüz, yitirdiği pembe ayakkabılarını çok özleyen, onları düşündükçe için için ağlayıp duran Zehra’nın öğlen saatlerinde koşup eve gelerek abisine ayakkabıları teslim etmesi eve terlikle dönmesi… Ardından Ali’nin koşa koşa okula yetişme çabası… Ali’nin okul duvarına asılan sürpriz bir duyuruyu okumasına kadar da iki kardeş ayakkabıyı beraber kullanmaya devam eder. Ali okulda düzenlenen koşu yarışmasına katılmaya karar vermiştir, çünkü üçüncü olana verilecek ödül, ayakkabıdır. Bütün gayretiyle üçüncü olmaya çalışan Ali, kıl payı üçüncülüğü kaçırarak(!) birinci olur. Sanki makam olarak, Ali’nin filmin başından itibaren ki doğru duruşuna, sabrına, tevekkülüne, teslimiyetine yakışan makam, üçüncülük değil birincilik olarak takdir edilmiştir ötelerde. Sonuçta zafer kazanmış gibi görünse de ayakkabıları alamadığı için çok üzülmüştür. Ayakkabıları kaybolduktan sonra, okula yetişmek için hızla koşan iki kardeşin geçtiği sokaklarda duvarda “Zamanın Sahibi” yazılıdır. Evet bu durumu yaratan da O’dur, zamanı yaratan da. Ali, her ne kadar zamana karşı koşuyor gibi görünse de, O’nun çizdiği caddede, yine O’nun belirlediği zaman içerisinde koşuyordur. Aslında insanın bu dünyadaki ömrünün, zamanın içinde geçireceği belli bir süreyi doldurmasından ibaret olduğunu, her şeyin bir sonu olduğunun özü anlatılır bu sahnede. Ali zamana karşı koşmalarının sonucunda, Allah’ın lütfüyle koşu yarışmasında birinci olur. Allah, ihlâsla yapılan her davranışın, her ibadetin karşılığını verecektir…
Taziye geleneğinin önemli olduğunu bildiğimiz İran’da, Ali’nin, babasıyla gittiği bir taziye esnasında; camiye girenlerin ayakkabılarını düzeltme sahnesi, en başta da belirttiğimiz gibi doğu ile batı sinema anlayışlarını ortaya oyan örneklerden. Düşünün, bir ayakkabıya ihtiyacınız var ve elinizin altında onlarca ayakkabı var. Seyirci olarak; küçük yaşta olmalarına karşılık, büyük bir teslimiyete sahip olan bu iki kardeşten Ali’nin; o ayakkabılara içinde oldukları şartlar ne kadar zor olsa da çalmak için elinin uzanmayacağını biliyorsunuz. Çünkü çalabileceğini aklınızdan bile geçirmiyorsunuz; Ali’yle o kadar özdeşleşmişsiniz… Batılı anlayıştaki, zor şartların o çocuğa o ayakkabıyı çaldıracağını bildiğiniz kadar, Ali’nin çalmayacağından eminsiniz. Çünkü fıtrat dili, sizi o noktada sımsıkı tutar ve eşya ile kardeş olmaya çağırır.
Ayaklar ve Balıklar…
Filmin son sahnesinde Ali eve gelip perişan olan ayaklarını bahçedeki havuzun içine bırakır. O ayaklar, kız kardeşini mutlu etmek için koşmuş, çok yorulmuşlardır. Havuzdaki balıklar ayaklarının çevresine gelerek dönmeye başlarlar. Manevi yükselişle kemale eren ‘ayaklar’ın vermiş olduğu mücadele sonucunda, ayakların çevresinde balıklar adeta tavaf eder. Cennete gireceklerin Kevser Havuzu’nun başında toplanacaklarıyla ilgili ayetler, hadisler gelir insanın gözünün önüne. Mecidi’nin ifadesiyle; “Ayaklar sanki kemale eriyor ve balıklar onun etrafında tavaf ediyorlar; yerden göğe bir yükseliş; fakirliğe rağmen yapılan manevi yolculuk ve manevi yükseliş…” Ali’nin verdiği mücadelenin mükâfatının tezahürü olan bu sahne, kâinattaki her şeyin aslında tavaf halinde olduğu, insanın da yaratıcıyla bu şekilde irtibat kurması gerektiği hakkında izleyiciyi tefekküre yönlendirir.
Mecidi’nin oyuncu seçimi de filmleriyle paralel olarak sinema dünyasında iyi rol yapabilen oyunculardan oluşmuyor, gerçek hayattan, hayatın içinde yaşayan insanlardan, sokakta top oynayan çocuklardan, bakkalcıdan, manavcıdan, öğretmenden vb. doğal bir kadrodan oluşuyor. Doğal bir kadro ile bir aile oluşturan Mecidi, aile ilişkilerinin nasıl olması gerektiği hakkında ince noktalara değiniyor. Baba, Zehra’nın elinden içtiği çayın, tüm gün kendisinin hazırladığı çaydan daha tatlı geldiğini söyleyip Zehra’yı mutlu ediyor. Anne, akşam diğer aile fertlerinin yanında 7 yaşında olan ama genç kızmış gibi; yemekte, ev işlerinde, bebeğe bakmakta kendisine yardımcı olan Zehra’dan çok memnun olduğunu söylüyor. Baba Ali’ye sarılıyor, anne kıt kanaat geçindikleri halde; hasta olan komşularına bir tas çorba gönderiliyor Ali ile. Vermenin, yardım etmenin, infakın sadece eli bol iken yapılası bir davranış olmadığı söylercesine… Giden tabak boş dönmüyor; o getiren minik ellerin içine kuruyemiş dolduruluyor ve o yaştaki çocuğa yapılan bir iyiliğin bu dünyada dahi lütuf verileceği bilinci aşılanıyor. Bu noktada filmin Amerika’da gişe yapmasının sebepleri de ortaya çıkıyor. J. Baudrillard’ın “tüketim toplumu” olarak ifade ettiği modern dünya, manen bu değerlere aç.
Yokluğu Sevdiren Film…
Yokluğu sevdiren, yokluğu varlığa dönüştüren “eşref-i mahlûkat” olma yolunda adımlar…
Kevser havuzunun sembolüyle, çocukların hayal dünyasındaki imgelerle sevgiyi, fedakârlığı aşkın bir dille anlatan başyapıt Cennetin Çocukları…
Yunus Emre Tozal
İzdiham