- Yanıtlaması çoğu kez zor olan fakat en azından okurlar ve bizler için de girizgâh olacak bir soruyla başlayalım. Kimdir Mustafa Orman ya da kim değildir? Kendini anlatırken neler söyleyebilirsiniz?
Kendime yükleyeceğim anlamlar da bana yüklenen anlamlar da ben değilim. Ne göründüğüm ne gösterildiğim ne anlatıldığım ne de anlatabileceğim gibiyim. Herkes kadarım.
- Ovada Paldır Küldür size Fakir Baykurt Öykü Ödülü’nü; Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye ise Vedat Türkali Roman Ödülü’nü getirdi. Bunlar bir yazar için tarifsiz duygular olmalı. Bunun yanında bir devam duygusu, sorumluluk da yüklüyor olmalı. Adınızın ve eserlerinizin giderek duyulması sizin ile okurlarınız arasındaki bağı ne derece etkiliyor? Okurların beklentileri üzerinizde bir baskı oluşturuyor mu?
Gösterilen yerden, sıkıştırılmak istenilen alandan kurtulmanın aracı artık ödül almak. Hem Vedat Türkali hem de Fakir Baykurt ile yan yana anılmak gurur verici. Ödüller için de şunu söyleyebilirim: Bir ağacın, köklerini yayarken gövdesini kalınlaştırarak dallarına dek her mevsimde farklı biçimlerde yoluna devam etmesi gibi düşünüyorum. Fideyken fidan olarak büyür, fidanken ağaç olmaya adım atar, sarkan dallarıyla, meyvelerinin ağırlığıyla bereketini gösterir, neşesini verir. Kimileyin dökülür, kimileyin yük alır, ama ağaç olmaktan hiçbir şey kaybetmez. Ödüllerin elbette beni kamaştırdığı, ruhuma değdiği kesindir. İlkel bir coşkunluk, sarhoşluk hali de diyebilirim. Lakin verdiğim ağaç örneğinde olduğu gibi, üstümdeki adı her koşulda sürdürmem, ödülle ilgili değil, benim bir yazar olarak üretmemle ilgili. Bence ödül, yazardan çok okuru iten bir güç; ödüller okuru harekete geçirerek ödülün taşıyıcı rolünü hatırlatır.
Bağ noktasına gelirsek. Yalnızca okurla alakalı değil sanırım. Yaşamın işleyişi her daim farklı. Bir sözcüğün, bir cümlenin yerine başka bir kişi koyabilir; o kişiye başka anlamlar atfedebilirsiniz. Okurun elindeki sözcük, cümle ve bakış açısıyla nasıl bir bağ kurduğunu çoğunlukla bilemeyiz. Kitap ile arasındaki duygu ve düşünce durumunu ne kadar anlatabilir ki? Sonuçta sözcüklerle anlatılan her şey -eğer anlamlıysa, dünyayı sorguluyorsa- ruhun derinliklerinde kişiyi sözcüksüz bırakabilir, ama onun hissini en yüksek düzeye de çıkarabilir. İşte okur da, aldığı bu hissi hazzı kitap ile kendi arasında yaşar; dışarıya tam anlamıyla sızdıramaz. Bu bağ, mahremiyetini okurun içinde gizliyor.
Bir yazar olarak, benim kendimden beklentim daha çok ve net. Hâlâ en iyi kitabımı yazmadım, üstüne çıka çıka inşa ediyorum. Bunu yaparken de kendi öz benliğimde kekeliyorum, kekelediklerimi tam anlamıyla söyleyebilirsem o an en iyi kitabı yazdığıma inanacağım. Bu yüzden yazarak inancımı pekiştiriyorum, yazarken de yanımda tuttuğum, baktığım, dertlendiğim şeylere kendi inancımı kabul ettirerek ilerliyorum. Okura ya da piyasaya göre bir tavır benimsemiyorum.
- Her yazarın yazmak için bir nedeni bulunur. Kimisi başka dünyaları yansıtmak için kimisi kendi dünyasını yansıtmak için yazar. Borges, acıdan kaynaklandığını söylerken Woolf coşkunluk belirtisi olarak görüyor. Veya diğerleri. Elbette herkesin sebebi kendisine özgüdür fakat sizin için edebiyatın işlevi tam olarak ne olmalıdır? Eksikleri, eksilenleri, hor görülenleri veya yarım kalanları yazmak mı yoksa yazabilme kabiliyetinin mesleğe dönüşmüş hâli mi?
Yok etme ve yıkım olarak görüyorum. Gerçek hayatta yerine koyamadığım varlığı ya da yerine konulmak istemediğim varlığı, yok ederek ve yıkarak yeni bir varlık sebebi yaratmak diyebilirim. Neden bulmak zor olsa da zaman zaman benim için edebiyatın işlevinin neliğinin izini yine kendi bilincimden yola çıkarak bulma çabama rastlarım. ”Her şey kendine bir gedik arıyor. Dökülen her şey tomurcuklanıyor mutlak bir gün. Kuruyup saçılan bitkilerden biliyorum.” diye yazmıştım. Anlatmanın, yazmanın aslında kapsayıcı bir ifade ile konuşmanın işlevi kainatın deviniminin tuhaflığına tanık olmak; bu tanıklığı da içe katlanmış bir dil sisteminde ve etnik aidiyet sürdürücülüğünde gerçekleştirmektir. Aslında bütün kalem tutucular olarak biz yazarlar hala ”Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen.” diyerek yazıyoruz, yıl kaç olursa olsun.
- Dergiciliğin içinden geldiğinizi biliyoruz. İzafi Dergi geçmişiniz var. İşin içinden gelen birisi olduğunuz için sormak istiyorum, günümüzde popüler kültürün dayatmaları neticesinde dergiler okurlarına kur yapmak zorunda kalabiliyorlar ve bu da bazen doğru edebiyat yerine kazandıran edebiyatı doğuruyor. Siz ise metinlerin bir derdinin, duruşunun olması gerektiğine inanıyorsunuz. Bir tarafta maddi kaygılar gütmeye başlayan edebiyat, diğer tarafta asli görevini hatırlaması gereken edebiyat. Sizce dergicilik şu sıralar ne durumda ve edebiyata kazanımları-kayıpları neler olabilir?
Dergiciliğin bir tür hamallık, edebi direniş olduğunu düşünüyorum. Dergi çıkarmanın Türkiye’de giderek zorlaştığı bir ortamda, yayın hayatını sürdürmeye çalışan dergiler büyük bir direniş sergiliyor. Şu an dergiciliğin, ne durumda olduğunu, hangi saiklerle yayınladığına tam olarak hakim değilim artık. Ama geçmişten örnekler vererek dergiciliğin önemini hatırlatabilir, genç yazar adaylarının edebiyata dair olan sorularına bir nebze cevap olabilirim. Ben de aynı dergi mutfağından geçtim. Her sayının heyecanı ve telaşını birebir yaşadım. Dergilerde ilk eserleri yayımlanan yazarlar bunun ne demek olduğunu daha iyi bilir. Dergiler, yazar adaylarının ya da yazarların heyecanlarını hep diri tuttuğu bir yerdi. Yazar adaylarının kendini tarttığı, ölçtüğü biçtiği yazarların da yüzlerini eskitmediği mecralardı dergiler. Şimdilerde aynı potansiyelde olmasa bile hâlâ yazarlar için bir sevinç ve heyecan kaynağı dergiler.
Dergiciliğin asli görevini hatırlatması imkansıza yakın olsa da yazarların heyecanlarını orada görmeleri kıymetli duruyor. Dergilerin ekonomik kaygılarla popülist yaklaşımlar sergilemeleri görünen bir durum. Fakat popülist tavırla metnine eğilmeyen yazarlar da var; işte bu yazarlar oradan sıyrılıp zamana kalacak. Diğer yazarların ne olacağını kestirmemekle birlikte söylediğim şeyde yanılabilirim. İnsan olmanın gereği olarak yanılmak da güzeldir.
Birbirine eklemlenmiş kurumsal ve sistemsel sorunlar silsilesinde dergiciliğin ne tür kazanımlar ve kayıplar sunduğunu şimdi göremeyiz. Belki bir 10 yıl sonra her şeyin ne olduğunu anlayabiliriz. Fakat öngörebildiğim şu: Kayıplar, kazanımlardan daha fazla olacaktır. Her şeyi konuşabilmemiz için yerleşik bir eleştiri kültürünün olması gerekirdi, fakat öyle bir ortamda yaşamadığımız için yapılacak en iyi iş, üretip beklemekten geçiyor. Şimdi değil, zaman insanın hakkını bir şekilde veriyor.
- Öyküleriniz ile ilgili yorumlar arasından en çok hoşunuza giden hangisiydi? Bir yazar olarak okurlarınızın geri dönüşleri sizi ne düzeyde etkiliyor?
Şu an aklıma gelen bir yazı yok. Okurların geri dönüşleri ancak mutlu edebilir herkesi mutlu ettiği gibi. Okurun etkisi ya da düşüncesiyle yaşamıyorum, çünkü her kitapta bir adım daha atabilme payını kendimde bırakarak ilerliyorum.
- Takip ettiğiniz dergiler hangileri? Buradan okurlarınız için bir öneri fırsatı da sunmuş oluruz böylece.
Eskiden çıkan dergilerin birçoğunu alıp okurdum. Şimdilerde belki denk gelirse alabiliyorum. Dergiler de eski kalitesini yitirdi, bu yüzden dergilere karşı o eski heyecanımı artık kendimde göremiyorum.
- Son yıllarda, sosyal medyanın da etkisiyle çok fazla yazı atölyesi yapılmaya başlandı. Birkaç bilindik yazar ve güçlü bir pazarlama stratejisi de varsa, roman ya da öykü yazmayı isteyen insanlar bu atölyelere kolayca teveccüh gösterebiliyor. “Yazarlık atölyesi” diye nitelenen meseleyi siz nasıl buluyorsunuz?
İşin doğası ve hükmü gereği, pekişen bir şeylerden bahsetmek mümkün değil. Yani pekişmekten bahsederken, işin mahiyetine dair işarette bulunmak istemiştim. Atölyeler, kimi insanlar için geçim kaynağı, kimileri için yazıyı icra edip ileriye taşıma amacı taşıyor. Bunda bir mahsur görmemekle birlikte buraya bir şerh de koymak lazım: Bu ülkede kapasitesi kendinden menkul olanların işine küstürüldüğü ya da işinde kendini idame ettirebileceği ölçüde azami bir hayatı yaşamadığı için bu yolu tercih ediyor. Hal böyle olunca, yazarın atölyeci, atölyecinin editör, editörün yazar aynı zamanda yazarın editör olma hükmüne eriştiği bir yerde yönelteceğimiz eleştiriler havada kalmaya mahkum. Çünkü hepimizin yaşam standartları görünen yüzüyle diplerde, bir de görünmeyen yüzü var. Atölye yapmak bir suç değil belki, fakat her şeyin atölyesinin olması, herkesin uzmanlaşmış gibi görünmesi bir sorun. Vasatlığa giden bir yol. Atölyelere giden yazarlar için de bu sorun: Amerikan edebiyatı, Avrupa edebiyatı ve Güney Amerika edebiyatı eserlerinin dil ve anlatım biçimlerinin kopya edilmesinden öteye gitmeyen öyküler görmekteyiz. Bir de Raymond Carver ve Vusat O’Bener etrafında dönüp yazar adaylarını resmen Carver ve Bener’i yeniden yazmaya iten tüccarlar da var; her gün durmadan mağduru oynayan tüccarlar. Belki yeni yeni okumaya başlayan okurlar bunun farkına varmayabilir, lakin böyle bir problem var. Bu problemin atölyeye giden yazarlardan kaynaklandığını düşünmüyorum; nitekim gittiğiniz her atölyede, atölyeci kendi edebi bakışını dayatır. Bu dayatma yazarlara zarar veriyor, çünkü yazarın kendi olabilme fırsatını elinden alıyor, ona kendi hikayesinden uzaklaşma hükmü giydiriyor. Şöyle bir şey var: Atölyede ders verenlerin, yalnızca kendi atölyesine gelenleri öne çıkardığı, kitapları çıktığında övgüler düzdüğü, diğer yazarları yok saydığı gerçeğini de görmezden gelemeyiz. Yani insanlar ne kadar görmezden gelirse gelsin, bir eser iyiyse zaten yolunu buluyor, hiçbir şey onun karşısında duramaz. Son kertede Thomas Bernhard’ın “İnsan sadece kendi başına gelişebilir,” cümlesini söyleyebilirim.
- Yazın dünyamızda “metinlerarasılık” kavramı sıkça gündem oluyor. Bildiğiniz üzere kavram 1960’lı yıllarda yapıtı var eden, faydalı imgeler olarak görülüyordu. Yazarlar kendilerinden önceki yazarları selamlıyor, onların sordukları soruları cevaplamaya, tartışmaya açtıkları konuları sürdürmeye çalışıp bu yolla hem selamlıyor hem de yeniden-üretiyordu. Günümüzde metinlerarasılık meselesi çoğu kimseleri rahatsız edebiliyor. Siz metinlerinizdeki göndermeleri, alt metinler yoluyla yaptığınız ifade biçimlerini hangi amaçla kullanıyorsunuz? Sizce bir esinlenme biçimi midir yoksa yeniden-üretmenin yolu mu?
Aslında intihal ile birlikte ele alınan meselelerden biri de metinlerarasılıktı. Konuşuluyor da zaman zaman. Dünya tarihindeki ilk metinlerarası ürün Yeni Ahit’tir ve edebiyat teorisini kanonik teoloji ile beraber düşündüğümüzde Yeni Ahit’in, Eski Ahit’in geliştirilmiş hali olduğunu farkederiz. Saussure’den ilham alarak, keyfi dilbilimsel göstergelerin constant bir biçimde yazarlar arasında pay edilmiş kolektif alımlamayla sosyo-historik bir deri atmaya benzediğini söyleyebiliriz. Yani, bugün de Kars Sarıkamış’ta yaşayan bir üniversite öğrencisi bir parasızlık krizi ile ev sahibini öldürebilir ve ben bunu yazabilirim, öyle değil mi? Ama artık o öğrenci Sibirya’ya sürgüne gönderilmez, ceza süreci bugünün gerçekliğinde ilerlemeye dahil olmuş bir öyküleyicilikte anlatılır. İşte metinlerarasılık budur: bir metnin kazağının altında bir diğer metnin gömleğinin olması. Bir kazak ama örgüleri başka metinlerden alıntılanmış.
İZDİHAM