Küçük bir kedimiz vardı, adı Leblebi.. Bir isme sahipti ve isim vermek sahiplenmek demekti. Annem de Leblebi der ama bir türlü sahiplendiğini itiraf etmezdi. Ramazan akşamları tam da ezana yakın gelirdi kapımıza. Sanırdım ki oruç tutuyor bizimle, biraz yemek biraz da su verirdi annem ona, doyacağı kadar. Annem ona her akşam doyacağı kadar biraz yemek ve biraz da su verirdi ama sahiplendiğini kabul etmezdi. Bir gün kapımıza bir kedi daha geldi. Annem onu kovdu kapıdan, Leblebi’ye dokunmadı. Uyuduğu yerde kaldı güzel kedimiz. Leblebi gibiydi rengi, leblebi yerken anardı annem adını. Kovmazdı onu, leblebi yerken adını anardı ama hiç kabul etmedi sahiplendiğini. Ona baktığını anlatmadı komşulara. Sahi, neden anlatmadı?
Dışarıda, gölgede bir divan vardı, oturup dinlendiğimiz. Annem dışarıdayken Leblebi gelmiş bir gün. Divanın etrafında dönüp durmuş yaklaşamadan. Annem anlamış bir şeyler olduğunu, çekmiş divanı beriye. Altında büyük bir yılan… Kaçmış sonra, Leblebi korumuş bizi yılandan. Annem kabul etmiyor ama o günden sonra daha çok yemek veriyor Leblebi’ye. Sahiplendiğini kabul etmiyor ama her sabah bir kap su bırakıp sesleniyor ona. En çok o sahipleniyordu onu.
Babam da anneme benziyor. Bir kez bile başımı okşamayan elleri, annemin Leblebi’ye hiç dokunmayan ellerine benziyor. Seviyor, yedirip içiriyor kendinden önce ama insanlar da kediler gibi önce şefkat bekliyor onu besleyenlerden. Nereye gitsem, nereden geçsem, nerede dinlensem bu acı var içimde. İnsanların hayvanlardan farklı olmasına rağmen, bir kediyle aynı eksikliği paylaştığında kırılmaz mı insan?
İnsan, kırılır.
Dilek Öksüz
izdiham