“Medeniyet” kavramının anlamı üzerine sürdürülen tartışmalar ciddi bir yekûn oluşturur. Tartışmalarda medeniyetin doğal zemininin neresi olduğu bir ihtilaf konusuyken, kültürden ayrı medeniyet diye bir şeyin var olup olmadığı sorusu da bir ihtilaf kaynağıdır. “Medeni Avrupa”nın özellikle 15. yüzyıldan itibaren biçimlenmeye başlayan sömürgecilik tarihi bu ihtilafın merkezini işaret eder. İmparatorlukları yıkıp tüm bakiyelerini paylaşma amacına hizmet eden iki dünya savaşı sonrasında yaşananlar “medeniyet”ten ne kastedildiğiyle ilgili olarak kafa karıştırıcıdır. Bu nedenle şu soru hâlâ ciddiyetini korumaktadır: Medeni olan kimdir? Zira özellikle Filistin meselesini yüklenip dünyaya bu yükün altından bakmak istediğinizde medeni olmanın bir ölçütünün bulunmadığı, sadece bir kimlik iddiası olduğu aşikâr hâle gelir. Medeniyet, birkaç yüzyıl önce sosyal darwinistlerce tasavvur edildiği gibi yalnızca Avrupalı kimliğine yakıştırılmaktadır. Bugün Filistin meselesi odağından baktığımızda da görülen budur. Sadece devletlerin diplomasisinde değil, medyanın ve yönlendirilmiş kitlelerin zihin dünyasındaki yansımasıyla “direniş”in medeni sayılmaması bunun ip uçlarını verir. Çünkü direniş, diğer tüm insanî arayışlar gibi bir duvarın arkasında kalmış durumdadır…
Âkif’in ifadesiyle “garbın ufuklarını sarmış” o duvar, vatandaştan tüketiciye dönüşmüş insanlık ailesinin görüşünü kapatmaktadır. Bunun enstrümanlarından birisi olarak inşa edilen medeni-barbar ayrımı gibi kavram araçları kapitalistlerin lehine işletilmiş, çağdaş barbarlıklar bu yolla âdeta görünmez hâle getirilmiştir.
Oldukça kısa olan tarihine baktığımız zaman “medeniyet” kavramının dilimizde on dokuzuncu yüzyılda belirişiyle beraber bir tartışma da başlamıştı: Medeniyet neydi? Medeni olan kimdi? Esasen 1760’dan önce Avrupa dillerinde de bu türden bir sözcük bulunmuyor. “Civilisation” bu devrin bir ürünü. “Medeniyet” sözcüğü gibi “medeniyet tasavvuru” da 18. ve 19. yüzyıllar itibariyle ilerlemeye dayalı bir dünya görüşünün ortaya çıkışıyla entelektüel gündemde yer ediniyor. Sonrasında Çağatay Türkçesinden esinle bulunan kelimelerden birisi olarak türeyen “uygarlık” sözcüğü ile zıt anlamlarda kullananlar ortaya çıktıysa da medeniyet her daim şehir (medine) yaşamı ile ilişkilendirildi. Bugün “medeniyet” ile aşağı yukarı içinde hem yaşam alanı olarak şehrin hem de yaşam kültürü olarak şehirliliğin gerektirdiği her şey kast edilmektedir.
Bazen kavramları anlamanın bir yolu olarak onların zıtlarına başvururuz. “Medeni”nin zıddı “barbar”dır örneğin. “Barbar”; medeni olmayan, yabanıl ve yıkıcı anlamlarını muhtevidir. “Civilisation” (medeniyet) sözcüğü de “barbarity”nin zıddı olarak teklif edilmiştir.[1] Meselenin tarihsel yönüyle illa ki ilişkili olan antik Yunan zihniyetine yüzümüzü döndüğümüzde modern Avrupa’nın da temel yönelimleriyle karşılaşmaktayız. Yunanlılar için kendi şehir devletleri (polis) dışında kalanlar ve Yunanca bilmeyenler barbardırlar!
Kısacası, bu ötekileştirme siyasetinin çağdaş uzanımlarından birisi olarak tezahür eden yabancı ve İslam düşmanlığıyla beraber düşünüldüğünde “medeni” sözcüğü, “Batılı” dünyaya aidiyeti ifade etmektedir. Şayet Avrupai bir köken, kimlik veya görünüşe sahip değilseniz medeni de değilsiniz. Medeni değilseniz, medeni insanların haklarında da mahrumsunuz…
Bu perspektiften İsrail ile “medeni Avrupa” arasındaki ilişkiye bakıldığında görülecek manzaranın parçaları şunlardır: İsrail’in Filistin topraklarına transfer ettiği kitle için kullanılan “sivil yerleşimci” (civilian settler) ifadesi evvela insanların empati kurmaları için geliştirilmiş bir iletişim stratejisinin unsurudur. Dünyaya verilen mesaj, İsrail halkının “kendi şehirlerinde” olağan yaşamlarını sürdürüyor olduklarıdır. Ancak aynı zamanda, esasen işgâlci olan bu kişiler bu yolla “sivil” olarak takdim edilmiş olmaktadır. Her ne kadar bizim kendimize özgü toplumsal ve siyasî süreçlerimizin bir neticesi olarak sivil sözcüğü, asker-olmayan anlamına gelse de Avrupa kökenli dillerde “sivil” medeni demektir…
Burada, tüm dünyanın gözü önünde sergilenen bir illüzyonla medeni İsrail halkı ile terör uygulayan Filistinliler arasında bir zıtlık ve ikilik ilişkisi tesis edilmektedir. Sözün büyüsü, sözün gücü kullanılarak evlerinden edilmiş Filistin halkı “barbar” mesabesine indirilmektedir. (Büyük uluslararası medyanın İsrailliler için “öldürüldü” (have been killed), Filistinliler içinse “öldü” (died) ibarelerini kullanmaları elbette tesadüf değildir.) Bu sözel hamlenin ardında yatan temel kabul ise kapitalist Avrupa’nın 15. yüzyıldan beri sömürgeciliğe meşruiyet üretmek için kullandığı “Beyaz Adamın Yükü” retoriğidir: Beyaz Adamın dünyasının dışında “civilisation” bulunmadığından tıpkı kara derili Afrika gibi “sapkın” inançlara sahip Asya ve Doğu da kontrol edilerek medenileştirilmelidir!
Kontrol edecekler ile kontrol edilecekler arasındaki çizgi, işte o duvardır: Mazlumların hak ve hukuklarının ardında gizlendiği duvar… Biz milletçe bu meseleye asla uzak kalamadığımız için şiirimizde “duvar” imgesi kendine sağlam bir yer edinmiştir. Mehmet Âkif’in “tek dişi kalmış canavar” diye hafifsediği “medeni Avrupa” ile aramızda gördüğü “duvar”, bir iman serhadı, hududu olarak “garbın afakını sarmış” diye tasvir edilir. Kuşkusuz Nâzım Hikmet’in anti-emperyalist tutumunda ifadesini bulan da aynı duvardır: “O duvar, duvarınız; vız gelir bize vız!” dizelerinin başında şöyle yazar: “İzmir’den Akdeniz’e dökülen ve yakında Bombay’dan Hint denizine dökülecek olan emperyalizmin şarkı saran duvarı hakkında yazılmıştır…” Son olarak da milli mücadelenin anti-emperyalist sesine kulak kabartan Attila İlhan’ın “Duvar”ı anılmalıdır… Her biri Âkif’in hızını kaybeden medeniyet olarak ima ettiği emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı yükselen bir nidadır. Çünkü o duvar, insanî olan ile olmayan arasına çekilmiştir. Kişilerin, coğrafyanın, ırkların değil; ilkelerin, fikriyatın ve zihniyetin ayrıştırılmasını esas alır. Hakkın, hukukun ve insan haysiyetinin işaretlerini taşır gövdesinde. Bu duvar adaletin vücut bulmuş hâli, sessizliğin sesidir.
Şu aşikâr ki İsrail ile ortaya çıkan tehdit, her şeyden ziyade mazlum milletlerin sesinin bastırılmasını esas alan bir propaganda aygıtının işlerliğini görünür hâle getirmektedir. Bir halkın şehirleri o halkın dilini bilmeyen barbarlarca silah zoruyla ele geçirilmekte, topraklar miktarınca kan dökülerek işgâl edilmektedir! Oysa dünyaya, barbarlara karşı medenilerin; Filistin’i medenileştirme vazifesini yüklenmiş Beyaz Adamın anlattığı masallar dinletilmektedir.
[1] Hem “civilisation” sözcüğünün kullanımı hem de “barbarity” ile ilişkili değiniler ve genel olarak Osmanlılarda “medeniyet”in anlamı hakkında Tuncer Baykara’nın kitap ve makalelerine başvurulabilir.
İZDİHAM