Dücane Cündioğlu, Uyurduk, Uyardılar Bizi
Dünyayı hep bir noktadan kavrarız, bulunduğumuz noktadan, muayyen bir makam ve mertebeden.
Kısacası kendi hâlimizce bakarız dünyaya, ve yine o dünyayı ancak kendi hâlimizce görürüz, görebiliriz.
Hangi hâldeysek, o hâle nazaran, hâlimize nazaran.
Hâl sabit değildir, değişir. Zaten değiştiği, değişebildiği için hâl adını almıştır, tahavvül edebildiği için.
İnsanoğlu hâlden hâle geçer, hâli her an tahavvül eder. İnsanın hâli değiştikçe —ister istemez— nazar ettiği dünya da değişir. Hâlin değişmesi nokta-i nazarın (bakış açısının) değişmesine yol açar. Nokta-i nazarın değişmesi ise, sadece nazarı (bakışı) değil, manzarayı (bakılanı) da değiştirir.
Aynada kendimize bakarken aynı anda iki gözümüzü birden göremeyişimizin sebebi budur.
Bakacak aynaları olanlar ne şanslı, çünkü ayna olmaksızın göz aslâ kendini göremez.
Eğer bazı hâller nefse yerleşir, eskilerin tabiriyle rüsuh kesbederse, meleke adını alır.
İnsan nefsinin terbiyesinde gözetilen en temel amaç da bir yandan nefse olumlu melekeler kazandırmak, diğer yandan olumsuz niteliklerin nefse yerleşmiş birer meleke hâlini almasına mâni olmaktır.
Hâllerin değişmesine direnmek de, melekelerin değişebileceğini sanmak da helâk olmak için yeterlidir, der ilim-irfan geleneğimizin ustaları.
Bir dağın yer değiştirdiğini duyarsanız inanınız, ancak bir insanın huyunun değiştiğini duyarsanız aslâ inanmayınız, çünkü insan hep yaratıldığı hâl üzredir.
Efendimizden rivayet edilen bu hadisin sıhhatine itibar eden sûfiler, insanın huyunun (hulk ve ahlâkının) değişmeyeceğine, sonradan kazanacağı hâl ve melekelerin de işbu huylar tarafından belirleneceğini söylerler.
Buna mukabil ilim-irfan ehlinin çoğunluğu, bu yaklaşımı fazlaca kötümser bulup, insanın ahlâkı (karakter ve mizacı) hiç değişmeyecekse onca peygamber ne diye gönderildi, onca kitap niye indirildi, diye sorarlar.
Bu tartışmanın en hararetli yerinde de karşıtlarına Efendimizin şu sözünü hatırlatırlar:إنما بعثت لأتمم مكارم الأخلاق
İslâm ahlâk felsefesine iyimserliğini kazandıran da bilhassa bu hadis-i şerif olmuş, ve her defasında dinin en temel amacının insan ahlâkını güzelleştirmekten ibaret olduğu söylenilmiştir.
Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.
Öyle ya, ahlâkı güzelleştirmeyecekse dine ne ihtiyaç var?
Bugün din denildiğinde halkın aklına ilk gelen, yapılması zorunlu emirler ile kaçınılması zorunlu yasaklar.
Dinî ibadet ve muamelelerde işbu ahkama riayet etmek, bu nedenle, o dine mensubiyetin sadece şartı olarak değil, alâmeti olarak da tasavvur edilir.
Hukuk —tabiatı gereği— zahire (görünüşe) itibar eder ve kurallara uymayı zahiren yeterli bulur. İyi ama o ibadet ve muamelelerin bir maksadı, bir gayesi yok mudur?
Vardır!
Ahlâkı güzelleştirmek, yani insanı ve içinde yer aldığı dünyayı.
Sırf kurallara uymak, ahkâma riayet edip zahirle yetinmek, ahlâkı güzelleştirir mi?
Güzellikten maksat zahirî güzellik olsaydı, pekâlâ evet diye cevap verebilirdik bu soruya. Oysa kastedilen zahirin değil, batının güzelliği, dışın değil için, görünenin değil, görünmeyenin, kısacası gönlün ve kalbin.
Kitaplar aracılığıyla ahlâk güzelleşir mi?
Bir insanın örnekliğine tanık olmaksızın mücerred kitap okuyarak ahlâkımızı güzelleştirebilir miyiz?
Aslâ!
Örneğe, örnekliğe ihtiyacımız var. Her zaman. Canlı ve diri örneklere.
Görmüyor musunuz, temsilcilerinde cübbe var, sakal var, misvak var, ama basiret ve firaset yok!
O hâlde, gülünç olmadıkça İslâm’ın temsiline izin vermeyen bir zihniyetin kıkırdayışları arasında heybetinden mahrum bir hâlde telâfuz edilen Kelâm’ın haysiyetini nerede arayıp bulacağız?
Güzel ahlâkın tamamlayıcısı olan bir peygamberin soluğunu bize duyuracak örneklerimiz nerede?
Hatırlanırsa, Musa, Rabbinin yanından İsrailoğulları’nın arasına dönünce, elinde tuttuğu Yasa’nın yazılı olduğu levhaları kızgınlıkla yere atıp kırmıştı (وَأَلْقَى الألْوَاحَ). Çünkü halkını altından yapılmış buzağıya taparken bulmuştu. Dini Allah’a hâlis kılmadıkça da o levhaları yeniden eline almamıştı. Öfkesi geçmedikçe (وَلَمَّا سَكَتَ عَن مُّوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ الأَلْوَاحَ). Vicdanlar arınmadan, davranışların arınamayacağını biliyordu çünkü.
Ne garip, şimdi, Yasa’nın yazılı olduğu o levhalar, artık altın buzağıya tapanların elinde
İki elleri de dolu, birinde din, diğerinde altın!
Mağara çocukları zahir’den batına çekilmesinler de ne yapsınlar? Dıştan içe, kabuktan öze, şehirlerden dağlara.
Artık meyhanelerde mi arınmak zorundayız?
Puthanelerde mi Hakkı zikredelim?
Hikmeti sadece ateşgedelerin elinden mi alalım?
O mağara çocukları gibi, o yedi uyuyanlar gibi felâhı mahallenin dışına çıkmakta mı bulalım?
Cübbeleriyle sakallarını medreseli, kravatlarıyla parlatılmış matruş yüzlerini ise mektepli dincilere terkedip ellerinde gitarla ağlayan kulağı küpeli gençlerin yanına mı çökelim?
Çökelim elbette, hem de hiç vakit kaybetmeden arasokaklara kaçalım, gidip mağaralarımızda üçyüz yıl uyuyalım!
Uyurduk uyardılar bizi, diriye saydılar bizi, diyebileceğimiz âna kadar şehre dönmeyelim!
Ustamız Hızır bizi bekliyor, iki denizin birleştiği yerde, günahın tam ortasında.
Dünyaya sırt çevirelim de varsın gömleğimiz arkadan yırtılsın!
Kıyamet günü Münker’le Nekir’e gösteririz, tek amelimiz bu, deriz, biz dünyayı değil, bir tek O’nu sevdik!
Dücane Cündioğlu
İzdiham