Tecrübelerimiz, onları dışa vurana kadar kimsenin umurunda değildir. Bir köşede sessizce acı çekmek hepimize çok zor gelir. Bunları içgüdüsel bir şekilde dışa vurmak isteriz. Dışa vurarak hem bir kendini gerçekleştirme eylemi yapmış oluruz hem de nasıl olsa bir kere tecrübe edilmiş bir şey üzerinden diğer insanlar için bir yol haritası çıkartırız. Bu eylem neticesinde tecrübelerimizle ilgilenenler yasa koyucu olduğunda kanun, bir şair ya da yazar olduğunda ise edebi bir eser ortaya çıkar. Elbette bu deneyimler yoruma açıktır. Bu sebeple de aynı olayları farklı değerlendiren yasalar ve ya edebi eserler söz konusu olabilir. Fakat hangisi olursa olsun, “olması gerekeni” bulma arayışı göze çarpan ilk şeydir.
Bir kere hukuk düzdür. Edebiyat ise dolambaçlı yolları görmek ister. Bir davada taraflardan biri niyetini ispat etmek için somut deliller kullanmak zorundadır. Ya da kanun koyucu karşısındakinin iç dünyasını bilemeyeceği için bir takım hareketlere karineler getirir. Örneğin sükûtun ikrardan olması gibi. Hukuk belirsizlik kabul etmez. Edebiyat ise tam tersidir. Belirsizliklerden beslenir. Bunun dile yansımalarının her iki alanda da yarattığı farklılıkları rahatlıkla görebiliriz. Hukuk metinleri açık metinlerdir. Dil, hukukta tamamen işlevseldir. Bir davada, dava çok uzayıp da dosyaya başka bir hâkimin bakma ihtiyacı doğabilir. Belki ilerleyen zamanlarda davaya yeni kişiler katılacak, taraflar değişebilecektir. Bu durumda dosyayı okuyan herkesin dosyadaki metinleri anlaması gerekir. Aynı şey kanun metinleri için de geçerlidir. Fakat gariptir ki kanun metinleri o kadar anlaşılabilir yazılmaya gayret edilmesine rağmen amaçsal yorum, tarihsel yorum, sistematik yorum vs. gibi altı yedi tane yorum metodu ortaya çıkmışken, edebi metinlerde de yazar o kadar kapalı yazmasına rağmen anlaşılmayı beklemektedir. Sanırım bir yasa koyucuyu, yazarı ya da şairi bu meselenin üstesinden gelebiliyor olması onu başarılı kılan şeylerden biri olsa gerek.
Edebiyat ve hukukun aynı kaynaktan çıkmasına rağmen farklılaştıran şeylerden bir tanesi edebiyatın karşılaştığı bir olayda maddi gerçeğe ulaşma amacını aramıyor olması. Çünkü edebiyat maddi gerçeği aramaz, yaratır. Edebiyat, tanığa güvenir. Tanık da edebiyata güvenir. İçini döker. Bir kitaba başkahraman olmak sizi hapislerde çürütmez. Çünkü sizin tanık olarak anlattıklarınız, edebi eserde artık bir kurguya dönüşmüştür. Artık siz yoksunuzdur, kitabın başkahramanı vardır. Gerçi olmayacak şey değil ama hukuk, hayali karakterleri mahkûm edemez. Uygulanmadığı zaman cebirle uygulatılacak bir kararı etkileyecek herhangi bir davada yapacağınız tanıklık ise elbette çok daha farklı olacaktır. Yazar ya da şair kendi gerçeklerini kurgulayabilir fakat hâkim, muhakeme işlemiyle maddi gerçeği ortaya çıkartmak zorundadır. Verilecek bir ifade, sizi mahkûm edebilir ya da ipten kurtarabilir. Bu yüzden hâkimin önüne aynı olayla ilgili çok farklı kurgular gelecektir ve hâkim bu kurguları değerlendirerek maddi gerçeğe en yakın kurguyu oluşturacaktır. Hâkimin değerlendirmesindeki temel ölçüt ise hukuka uygun elde edilmiş delillerdir. Hâkimin yazar gibi boşlukları hayal gücüyle yaratarak doldurma lüksü yoktur.
Garibime giden konulardan bir tanesi edebiyatçıların hukukun hep kamusal boyutuyla ilgileniyor olmalarıydı. En büyük yazarlar bile hep bir toplumsal uzlaşı metni olan ve özgürlük otorite dengesini kuran anayasanın hukukuyla ya da yine kamu hukukuna giren suç ve ceza meseleleriyle ilgileniyorlardı. Diğer özel hukuka ilişkin meseleler sadece çorbada çeşni oluyor, hiç irdelenmiyordu. Aslında düşünüldüğünde birçok insan evlenir ya da boşanır, onlara bir şeyler miras kalır ya da borçlanır, eğer ödemezse de evine barkına haciz gelir. Kamu hukukuna giren meselelerle yolumuz çok nadir kesişir. Hal böyleyken bakkaldan ekmek almamız bile bir özel hukuk sözleşmesi içeriyor aslında. Özel hukukla daha çok içli dışlı olunmasına rağmen hep kamu hukuku meselelerinin irdelenmesi bana bilgisayarın bozuk olduğunu düşünen bir adamın saatlerce tamir için uğraşmasını ama fişi takmayı unuttuğunu bir türlü aklına getiremeyişini çağrıştırıyor. Çünkü yazarlar zaten eleştirmek için bütün bu kamusal meselelere eğilirler fakat her ne kadar bireysel olsa da aslında herkeste olan hukuki problemlerin ne kadar kamusal olduğunu kaçırırlar.
Son olarak eğilmek istediğim konu, aynı kaynaktan çıkan edebiyat ve hukukun karşı karşıya geldiği o talihsiz durum; yani sansür. Bir hukuk öğrencisi aynı zamanda da çok iyi olmasa da bir edebiyat okuru olarak sansürün çelişkili bir düşüncenin ürünü olduğunu söyleyebilirim. Yasa koyucu bazen, bazı menfaatleri bazı menfaatlere üstün tutar. Sansürde ise genel ahlak, kamu yararı, devletin güvenliği gibi değerler, düşünce ve ifade özgürlüğünden üstün tutulur. Fakat bu apaçık devletin kendi vatandaşına güvenmeyişinin bir göstergesidir. Çünkü devlet, kendi iradesini vatandaşının iradesinin üstüne koymakta ve onların ne okumaları gerektiğine karar vermektedir. Aksi takdirde maazallah vatandaşlar ahlaksız ve zararlı olabilirler. Fakat kanun koyucunun vatandaşına güvenmemesine rağmen, vatandaştan güven beklemesi çelişkidir. Bu çelişkinin üstü ise “Sizi koruyoruz” propagandası ile örtülür. İktidarın yarattığı oligarşinin çıkarlarının korunması için ise halen daha yaratıcı bir yol bulunmuş değil. Kanun koyucu tutarlı olmak adına yaratıcılığına ket vuradursun, edebiyatçılardan sansüre karşı tam doksana giden bir gol gelmiştir. Değinmeden geçemeyeceğim, Henry Miller’ın Oğlak Dönencesi kitabı 3 yıl süren davanın ardından Türkiye’de 1985 yılında Can Yayınları tarafından sansürlü yerleri boş bırakılarak yayımlanmıştır. Kitabın 1995 baskısında ise arka kapak yazısı olarak şu satırlar yer aldı:
“Bu romanını ilk kez 1985 yılında yayımlamıştık. Ancak kitap müstehcen sayılarak hemen toplatılmış ve iki buçuk yıl süren duruşmalar sonunda da Oğlak Dönencesinin imhasına karar verilmişti. Şimdi romanın bu yeni basımında, mahkeme kararını da kitabın başına ekliyoruz. Yasalarımıza göre, karara bağlanmış davalarda verilen karar örneklerinin yayımlanması, herhangi bir suç oluşturmuyor. İşte bu mahkeme kararında belirtilen ve suç öğesi taşıdığı saptanan cümlelerin üzerini siyah kalın bantlarla kapattık. Böylelikle suç öğelerini kitaptan kaldırmış olduk. Oğlak Dönencesi adlı o güzelim kitabını, biraz oyuncaklı da olsa, yeniden günışığına çıkarmaktan kıvanç duyuyoruz. Artık Türkiye’de kimse bu kitabını suçlu sayarak toplatamayacak. İşte sana bizden küçük bir doğum günü hediyesi. Şimdilik elimizden gelen bu kadar. Sana ve Oğlak Dönencesi’ne daha nice yüzyıllar.”
Böylece sansürlü basılan kitabın girişine karar örneği konularak sansürlü kelimeler yine bir şekilde kitabın içerisine girmiş oldu.
Hukuk muhafazakâr bir disiplindir. Anayasa derslerimizde bir anayasanın zamanın değişen ihtiyaçlarına göre yenilenmesi mi gerekir yoksa en iyi anayasa aslında her daim değişmeyecek olan mıdır konularını tartışmıştık. Yakın zamanda ise bir arkadaşımla da hukuk eğer bir ihlal gerçekleştikten sonra devreye girecekse iş işten geçmemiş midir ve bu durumda adalet ne kadar tesis edilebilir konularını tartışmıştık. İşe bir de yasa koyucunun gururu devreye giriyor. Çünkü yasayı koyan yasa koyucunun yasayı değiştirmesi aynı zamanda önceden kötü yasa koyduğunun itirafı olacaktır ve politik olarak bu çok riskli bir harekettir. Fakat kanun koyucunun politik çıkarları için bir yandan da adalet riske atılacaktır. Bütün bunları göz önünde bulundurursak edebiyatçıların ve diğer sanatçıların hayal güçleri, öngörüleri, anlatı yetenekleri az önce saydığım problemlerin doğuracağı kaosların çok önceden önlenebilmesini sağlayacaktır. Çünkü insanların, karşısında bir hâkime göre daha samimi olduğu yazar; insanı, her şeyden önce iyi bir insanı daha iyi tanıyor olacaktır.
Sancar Dalman, İzdiham Dergisi 15. sayı
İZDİHAM