Egemen Doğan, Deli Dumrul ve Bir Gazeteci: Tuhaf bir Hikaye
Oğuz ilinde aylardır tuhaf bir şeyler oluyordu. Meraklı muhabir, kafasını kaşıyarak, “ne ola ki” diye düşünüyor, bu eşsiz esrar perdesini aralamak istiyordu. İcra edeceği meslek hakkında derinlemesine bilgisi olmayan, tecrübesinin yetersiz olduğunu iliklerine kadar hisseden ve hissettiren bu çaylak muhabir, merdiven basamaklarını birer birer çıkmak yerine, üçer üçer çıkmaya karar vermişti. Derhal Oğuz iline gitmeye, gelişen olayları ardı ardına izlemeye, olaylar zincirlemesinin yaşandığı bu mahalde tanıkları sorgulamaya karar vermişti. İlk gün olay yerine ulaşan muhabir, buradan hemen yakın bir yerde birkaç kapının zilini çaldı, kendisini tanıttı, meramını iletti, yardım istedi. Olayların aydınlatılmasına pek hevesli olan bölge halkı ise, ‘hay hay’ diyerekten bildiği ne var ne yoksa genç muhabire derinlemesine anlattı. “Deli Dumrul diye bir yiğit varmış” bunu öğrendi. Daha sonra Dumrul’un, bir köprü yaptırdığını, köprüden geçenlerden bilmem kaç akçe aldığını, geçmeyenleri de döve döve canından bezdirdiğini öğrendi. Ürkmüştü, ama pes de edemezdi ya! Devam etmeli, gerekirse bu anarşistin peşine düşmeliydi. Düştü de.
Genişçe bir kalabalık, yerde yatan bir mefta bedeni etrafında halkanmış halde ağlaşıyorlardı. Genç muhabir, kuytu bir köşede, Deli Dumrul’u adım adım izliyordu. Dumrul homurdanarak kalabalığa erişti, “Neden ağlaşırsınız burada?” dedi. Durumu ona tevdi eden kalabalık, yiğidin öldüğünü söyleyerek, “Mukadderat” dedi. O güne dek ölüm acısını tatmamış olan Dumrul, ölümün bir kapkaççı hüviyetinde ona yaklaşarak en değerlilerini yakınından sökmemiş olması hasebiyle de konu hakkında cahildi. “Kim öldürdü bu yiğidi” dedi. “Tanrıdan buyruk alan Azrail” dediler. Kırmızı görmüş boğa gibi ayaklarını yere sürten Dumrul ise yine homurdanarak ve sivri dişlerini birbirine bileğlemeye gayret edilen bıçak gibi sürterek, “Azrail dediğiniz de kim oluyor da bir yiğidin canını alıyor? Ey Allah, Azrail’i gözüme göster de onunla dövüşeyim, yiğidin canını kurtarayım” dedi. Tuhaflıkları yakinen izleyen ve hayretler içerisinde kalan muhabir, Deli Dumrul’un bu fazladan konuşmalarına şaşırmış, avına bir merhale daha yaklaşan bir avcı gibi, haberin artık kendisine daha yakın olduğunu idrak etmişti. Gün öyle geçti, haberini mumla arayan gazeteci karanlığın en dip noktasında, belki de kendince bir umut ışığı yakaladı.
Deli Dumrul kırk yiğidiyle yemek yiyordu. Kırk yiğitten biri de genç muhabirdi. Haberi Dumrul’un yanından daha iyi ve doğru sağlayabileceğini, esrar perdesini aralayabileceğini, ilginç olayları bir bir tüm çıplaklığıyla neşredebileceğini düşünüyordu. Dumrul, yemeğini bitirmiş, hemen arka tarafta bulunan ağaçlıkların arasına dalmış, kendi kendine bir şeylerle meşgul oluyordu. En ufak bir değişikliği fark etmek zorunda hisseden gazeteci de peşinden sürüklenerek çalıların arasında beklemeye koyuldu. Bir sessizlikten sonra Dumrul’un, “Sen ne heybetli ihtiyarsın” dediğin işitti. Evet, yine başlıyordu tuhaflıklar. Daha sonra da biriyle konuşur gibi sırasıyla, “Azrail sen misin?”, “Genç yiğitlerin canını sen mi alırsın” dediğini duydu. Biraz sonra Dumrul’u silahını çekip, sertçe havaya salladığını, birinin başını düşürmeye gayret edercesine hiddetle indirdiğini gördü. Bütün bunlara anlam veremeyen gazeteci, arkadaşlarının yanına dönerek, onlardanmış gibi yapmaya, aynı zamanda düşünmeye, aynı zamanda bir şeyler karalamaya devam etti.
Gazeteci, bölge halkıyla kurduğu yakın teması da sürdürmeyi ihmal etmedi. Sonuçta kaynağı sürekli takip etmesine olanak yoktu, ayrıntıların bir kısmını da onlardan dinleyerek, farklı kişilerden de doğrulayarak bilgi sahibi olabilirdi, öyle yaptı. Dumrul’un, anlamsız bir şekilde, anne ve babasından can istediğini duydu. Ve anne ile babasının vermediğini. Derhal yollara düştü genç gazeteci, yoldaşlarının arasına ilişip, gelişmeler hakkında bilgi aldı. Dumrul’un hali de perişan gözüküyordu, bütün bunlara anlam veremeyen genç, tuhaf şeyler devam ediyor, bunların büyük bir kısmını da ben göremiyorum diye düşündü. ‘Anneden, babadan can istemek de neyin nesiydi?’ dedi. Sonra Dumrul’un, “Azrail sen misin”, dediğini, “Azrail’i karşıma çıkar Allah’ım” dediğini hatırladı. Acaba bir ilinti olabilir mi diye de düşündü. “Çok mu abartıyorum acaba?” dedi. Yolları bir kez daha arşınlayan muhabir, Dumrul’un anne ve babasının evine vasıl olmuş, burada, Dumrul’un anlattığı bir takım garip hikâyeleri dinlemiş, Dumrul’un Azrail’le derdi olduğunu ve kendisine bağışlanacak bir cana ihtiyacı olduğunu öğrenmiş oldu.
Gazeteci kafasındaki parçacıkları birleştirince ortaya anlamlı bir şeyler çıkıyor, ancak kanıtlamayacağından da pek bir kıymet-i harbiyesi kalmıyordu. “Olayı kesinlikle birinci ağızdan dinlemeliyim” diye düşündü. Bu sırada bölge halkından, Dumrul’un son olarak sevgilisinin yanına gittiğini, bir kez de ondan can dilediğini duymuştu. Ancak bu sefer farklı bir gelişmeyi öğrenmiş, sevgilisinin Dumrul’a canını seve seve verebileceğini de öğrenmişti. Derhal yola revan oldu, girdi aralarına. Dumrul bu sefer sevinçli, yüzü nurlu, gözü ferli idi. Genç gazeteci, artık kimliğini saklamaktan bihal düşmüş, ulaşmak istediği habere de uzaklaştıkça uzaklaşmıştı. Kendi düşüncesince. Bilgi sahibiydi yaşananlara ilişkin, ama bunu haberleştirecek ve kanıtlayacak kaynağı yoktu. Aslında vardı, ama kimliğini onun yanında dahi ağzına almaktan imtina ediyor, yırtıcı bir hayvanın yanında süklüm püklüm olmuş bir fani haline bürünüyordu. “Haber kaynağıyla konuşmalı, bu olayları açıklığa kavuşturmalı, bütün dünyaya en hızlı ve berrak şekilde bunları aktarmalıyım” dedi. Gitti Dumrul’un yanına, lafı eveledi geveledi, alttan girdi, üstten çıktı, öncesinde 40 yiğidinden biri idim dedi, daha öncesinden bir gazeteciyim dedi. Dumrul’un yüzü şekilden şekle giriyor, genç gazeteci de buna bakarak ürküyordu. Ancak Dumrul akıllanmış, duracağı noktayı iyice bilmiş bir halde idi. Yine de karşısındakini ürkütmekten haz duyuyor, genç gazetecinin girdiği şekillerden memnun oluyordu. Heybetinden bir şey kaybetmemiş, ancak çok da iyi bir ders almıştı. Diğerleri de almalı diye düşündü. Kendi gibi enaniyet duygusunda boğulan, insanlara hayatı dar eden, zulüm eden ve hakir gören milyonlarca insan vardı çünkü. Bunu nasıl duyurabilirim diye düşünmüştü birkaç gün önce. Kararını da vermiş, ancak yolunu bulamamıştı bir türlü. Şimdi karşısında bir duyurucu, yazıcı, okuyucu duruyordu. “Anlatmalıyım yaşadıklarımı” dedi. Ve lafın ucundan tuttu, sözün bittiği yere kadar dayandırdı. Olayları sırasıyla sonuna kadar bağladı. Genç muhabiri mutlu etti.
Egemen Doğan
İZDİHAM