O gece, bir tapınağın terasında , elindeki tahta sopalarla kendini sağ ve solunda duran, ayağa kalkmış iki jaguarın vahşi saldırılarına karşı savunan bir adam gördü. İki hayvan da rengarenk garip bayraklara sarınmıştı. Dişlerini gıcırdatıyor, gözlerini öyle bir açıyorlardı ki, insanın kanı donuyordu. Gökyüzü siyahtı, bütün yıldızlarını cebine saklamıştı.
Mahkumun gözlerinden cam gibi gözyaşları aktı ve yere binlerce ufak parça halinde düştü. Ama daha başka bir şey olmadığından vahşi dövüş sıkıcılaştı ve tüm izleyenlerin esnemesine yol açtı.
Daha sonra tesadüfen gözleri jaguarların ayaklarına kaydı. Jaguarların insan ayakları vardı. İşte, diye düşündü izleyici, bunlar antik Meksika’nın kurban kahinleriydi ve kutsal bir komedi sergiliyorlardı. Kurban, en sonunda ölmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Kahinler ise jaguar kılığına girmişti ama bir bakışta onları görüştüm ben.
Sağdaki jaguar ağır bir takoz alıp kurbanın kalbine sapladı. Bir köşesi göğüs kemiğine girdi. Kien , şaşkına uğramış şekilde gözlerini kapadı. Kanın göğe kadar fışkırdığını düşündü ve bu ortaçağ vahşetini şiddetle kınadı. Kanın durduğunu düşündüğü zamana kadar bekledi ve gözlerini açtı. Ah ne korkunçtu! Kurbanın yaralı göğsündeki yarıktan bir kitap ortaya çıktı , bir tane daha, bir üçüncüsü, bir sürü… Kitapların sonu gelmiyor, hepsi yere düşüyor ve yapışkan alevlere kapılıyorlardı. Kan, tahtaları ateşe vermişti, kitaplar yanıyordu. “Göğsünü kapa!” diye bağırdı Kien mahkuma. El kol işaretleri yapıyor “Böyle yapmalısın, haydi, çabuk!” diyordu. Mahkum anladı, mükemmel bir silkinmeyle kendini bağlarından kurtardı ve her iki elini de kalbinin üstüne koydu, Kien yeniden nefes aldı.
Ardından, kurban aniden göğsünü açtı. Kitaplar yeniden oluk oluk akmaya başladı. Yüzlerceydi, sayılamayacak kadar çoktu ; alevler kağıtlara doğru her şeyi yutarak ilerledi. Hepsi yardım için çığırıyordu, korkunç yakarışlar dört bir yanı sarmıştı. Kien ellerini, alevler halinde cennete yükselen kitaplara doğru uzattı. Sunak düşündüğünden çok daha uzaktaydı. Bir kaç adım attıysa da bir türlü yaklaşamadı. Onları canlı kurtarmak istiyorsa koşmalıydı.
Koştu ve düştü, ah nefesi sıkışıyordu. Fiziksel sağlığını ihmal etmişti, o sırada kendini öfkeden paramparça edebilirdi. Ne kadar da işe yaramaz bir yaratıktı! İhtiyaç duyulduğu anda hiç bir işe yaramıyordu. Of sefiller! Kurban edilen insanları duymuştu ama kitaplar, ah o kitaplar! Şimdi en sonunda sunağa ulaşmıştı. Ateş, saçlarını ve kirpiklerini yakacaktı neredeyse. Yanan odun yığını devasaydı . Halbuki uzaktan küçük olduğunu düşünmüştü. Ateşin tam ortasında olmalıydılar. Haydi o zaman içine gir, korkak, sefil günahkar!
Ama neden kendini suçluyordu ki? Tam ortasındaydı. Sen neredesin? Sen neredesin? Alevler gözlerini kamaştırdı. Ama bu her neyse, nereye uzansa, çığlıklar atan insanlardan başka hiç bir şeye ulaşamıyordu. Bütün güçleriyle kendisine tutunmuşlardı. Üstünden atmaya çalışsa da, hepsi yeniden yapışıyordu. Aşağıdan yaklaşıyorlar, dizlerine tırmanıyorlar, üstünden başına alev yağmurları yağıyordu. Yukarı bakmadığı halde onları açıkça görebiliyordu. Kulaklarına, saçlarına, omuzlarına tutundular. Vücutlarıyla onu tutsak ettiler. O anda kıyamet koptu. “Bırakın beni!” diye bağırdı , “Sizi tanımıyorum. Benden ne istiyorsunuz? Kitapları nasıl kurtaracağım?”
Ama içlerinden biri kendini ağzının ortasına attı ve sıkıca kapanmış dudaklarına asıldı. Yeniden konuşmak istedi, ama ağzını açamıyordu. İçinden onlara yalvardı: “Onları kurtaramıyorum!Onları kurtaramıyorum! Ağlamak istedi ama göz yaşları neredeydi? Gözleri o kadar sıkıca kapanmıştı ki …insanlar gözlerine de bastırıyorlardı. Onlardan kurtulmaya çalıştı , bacağını yukarı kaldırdı ..ama boşunaydı, yeniden geri çektiler …yanan insanlar kurşun gibi ağırlıklarıyla geri çekiyordu onu.
Onlardan , bu aç gözlü yaratıklardan iğrendi. Sahip oldukları hayatlardan tatmin olamazlar mıydı? Onlardan tiksindi. Onlara acı vermek, sitem etmek onları üzmek istediyse de, hiç bir şey yapamadı, hiç bir şey…Orada olma nedenini bir anlığına bile unutmadı. Gözlerini sıkıca kapatıyor olabilirlerdi ama ruhunda çok güçlü bir şekilde görebiliyordu. Bir kitabın her yöne doğru bütün gökyüzünü, dünyayı, ufuklara kadar her yeri kaplayana kadar giderek büyüdüğünü gördü. Kenarlarında, kırmızımsı bir parlaklık, yavaşça, hızlıca silip tüketti onu. Gurulu, sessiz, şikayet etmeyen bir şekilde bir şehidin ölümüne katlandı. İnsanlar çığlık atıp bağırdı, kitaplar tek bir söz söylemeden yandı. Şehitler bağırmazdı, azizler çığlık atmazdı.
Ardından bir ses konuştu.Seste bütün bilgi vardı zira bu ses Tanrı’nın sesiydi: “Burada hiç kitap yok. Her şey boş.”Ve bir anda, Kien sesin doğruyu söylediğini gördü. Hafif bir şekilde, yanan kalabalığı attı ve alevlerin arasından çıktı. Kurtulmuştu. Onlara acı vermiş miydi? Korkunç bir şekilde diye kendi kendini cevapladı, ama insanların düşündüğü kadar da değildi. Sesi duyduğu için olağanüstü bir mutluluk duymuştu. Kendini sunakta dans ederken gördü. Kısa bir süre sonra döndü . Boş alevlere doğru gülmek istedi.
Sonra hareket etmeden durdu. Roma’yı düşünmeye daldı. Mücadele eden vücutları gördü, hava ağırdı ve yanık et kokuyordu. İnsanlar ne kadar da aptaldı! Öfkesini unuttu. Tek bir adımla kendilerini kurtarabilirlerdi.
Aniden, nasıl olduğunu anlayamadı ama bütün insanlar kitaplara dönüştü. Büyük bir çığlık attı ve ateşin yönüne doğru koşmaya başladı. Koştu, nefes nefese kaldı kendini küçümsedi, alevlerin arasına daldı ve bir kez daha o yalvaran insan vücutlarının arasında buldu kendini. Bir kez daha korku yakaladı onu ve tekrar Tanrı’nın sesi onu özgür kıldı , tekrar kurtuldu ve tekrar aynı yerden aynı sahneyi izledi. Dört kez kandı buna. Olayların meydana geliş hızı her seferinde arttı.
Ter içinde kaldığını biliyordu. Gizli gizli, iki heyecan arasında nefes alabildiği zamanı iple çekmeye başladı. Dördüncü arada, Son Yargı tarafından yakalanmıştı. Evler kadar, dağlar kadar yüksek, gökler kadar büyük Dev vagonlar, ikişer, onar, yirmişer, her yönden yok olan sunağa doğru yaklaşıyordu. Sert ve yıkıcı ses onunlar alay etti: “Şimdi kitaplar geliyor!”
Kien çığlık attı ve uyandı.
Elias Canetti
İZDİHAM