Elif Burçak, Ziya Osman Saba’yı Anlamak
1910 senesinin Mart ayında kalabalık bir ailede ve yine kalabalık bir ev içerisinde heyecanla beklenen ve annesinin güçlüklerle doğurduğu ve hayatı ışıklarla, heyecanla, umutlarla olması umuduyla adının Ziya koyulmasının uygun görüldüğü fakat bakacak olursa birçok zorlukla karşılaşacak ve hikayelerinin bilhassa şiirlerinin bu zamanlara kadar geleceğinden bir haber dünyaya gelen, Servet-i Fünun ihtişamı arasında altın gibi parlayan biricik şairimiz Ziya Osman SABA.
İstanbul’da dünyaya gelen ve hayatına bakacak olursak şayet, Beyoğlu’na yakışacak bir karaktere sahip olduğu için Beyoğlu’nda doğduğunu tahmin ettiğim şair. Annesini 8 yaşında iken kalp hastalığı yüzünden kaybedeceğinden habersiz anneannesinin evinde kocaman bir ailede her çocuk gibi mutlu bir yaşam sürdürmüştür.
8 yaşına bastığında annesinin ölümü ona daha çocukken hayatın gerçeklerinden ufak bir kesit sunmuş ve böylelikle bu durum şairlik hayatına ve edebi kişiliğine oldukça yansımıştır. Fakat eminiz ki annesini kaybetmesi onu çocuk yaşında akranlarından birkaç adım daha öne atmış ve o zamanda yetişen şairlerin aksine daha olgun bir yapıya bürünmüştür. Zira ölümün insandan götürdüğü şeyler kadar getirdiği birçok şey de vardır.Ve Ziya bunların hepsini öğrenecektir.
Annesinin ölümünden sonra, ailenin diğer üyeleri tarafından iyi bir tahsil görmesi için İstanbul Galatasaray Lisesi’ne yatılı olarak yazılması uygun görülmüştür. 9 yaşında iken kalabalık bir aileden kopup hiç bilmediği bir liseye yazılmak onu daha çocuk yaştayken oldukça zorlamıştır. Belki de o zamanlar daha ölümün ne demek olduğunu bile kavrayamazken annesinin vefatıyla ölümün soğukluğu kendisini fazlasıyla üşütmüştür. Ve bu yüzden lise yıllarındayken şiir yazmaya başlamış, ardından kendini birden henüz 17 yaşında iken 1927 yılında Servet-i Fünun dergisinde ilk şiiri yayımlanmış ve topluluğa çoktan dahil olmuş bir şekilde bulmuştur. Bu durumun heyecanını yakaladığı sırada ise bir sene sınıfta kalmıştır. Fakat bu başarısızlığın aslında hayatının en büyük şansının olacağından henüz haberi yoktur.
Sınıfta kaldığı senede kendisinden bir dönem küçük ve yine aynı okula kayıtlı olan Cahit Sıtkı TARANCI ile tanışmış ve dünyanın en iyi iki dostu olmuşlardır. Tarancı ile tanışması annesinin ve yalnızlığın verdiği acıyı biraz hafifletmiş olsa gerek, daha mutlu bir hayatı ve bir yoldaşı olmuştur. Her şeyin iyi gittiği yılların ardından 1931 yılında birlikte Galatasaray Lisesi’nden mezun olmuşlardır. Fakat mezun olduktan sonra bu arkadaşlık asla kopmamış aksine daha da güçlenmiştir.
Ve büyük aşk.. Biz insanlardan çok, şair ve yazarlara yakışan bu duygu sonunda gelip Ziya’nın kapısını çalmıştır. Liseden sonra amcasıyla beraber bir süre Paris’te yaşayan Saba, Paris’te iken amcasının kızı Nermin’e aşık olmuştur. Fakat Nermin ileri derece sinir hastası bir kızdır ve bu yüzden Ziya’nın sakin ruhunu oldukça incitecektir. Ziya Nermin’ e olan aşkını başta Nermin’in kendisi olmak üzere kimseden gizlememiş, onunla evlenmek istediğini ailesine duyurmuştur. Fakat ailenin hiçbir üyesi Ziya’ya Nermin’i uygun görmemiş ve evlenmelerine engel olmak için çaba sarf etmişlerdir. Ama aşk denilen bu duygunun sonunda insanın elini kolunu bağladığını, uyurken sağdan sola dönemeyecek kadar bile mecal bırakmadığını, yattığı yastığı diken, içtiği suyu zehir eylediğini sonunda herkese anlatabilmiş ve Nermin ile nihayetinde evlenmiştir.
Evlendikten sonra daha da içine kapanan Ziya Nermin’in hastalığı karşısında eli kolu bağlanmış ve gittikçe çaresiz bir adam olmuştur. İşlerin bu denli sarpa saracağını önceden bilseydi yine de Nermin ile evlenir miydi bunu bilemeyiz fakat evlenmeseydi ailesinin kendisine muhtemel uygun göreceği mahallenin helal süt emmiş, iyi yerlerde okumuş, işte ve aşta iyi biri olan bir kız ile evlendirilecek ve dışarıdan bakıldığında mutlu bir aile olarak yansıyacak fakat geceleri belki de biricik Nermin’in adını sayıklayacak yahut her anı onunla geçirmenin özlemini duyacaktı. Ve bu durumda başka biriyle evlenseydi her şeye rağmen en büyük keşkesi Nermin olacaktı. Ve sonunda Nermin ile geçen yıllarının ardından düşman kesilmede 1947 yılında usulca yollarını ayırmışlardır.
Ziya Osman SABA, evlendikten hemen sonra dönemin birçok ünlü şair ve yazarının da yaptığı gibi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanmış ve bu esnada da ne evliliği ne de okuyor olması içindeki edebiyat ateşiyle yanan meşalesini asla söndürememiş, okuduğu esnada da çeşitli dergilerde şiir yazmaya devam etmiştir.
Ve hayatın kendisine getirdiği Cahit Sıtkı’dan sonraki en büyük şansı kesinlikle ikinci baharı Rezzan Hanım olmuştur. Rezzan Hanımla mutlu bir evlilik yaşamış ve bu evlilikten Orhan ve Osman adında iki çocuğu olmuştur. (Rezzan Hanımla yapılan röportajlarda Rezzan Hanım, Ziya’nın görünenden daha naif biri olduğunu söylemiştir. Şiirlerini kırlarda dolaşırken aklına gelen mısraları sonradan birleştirerek yazdığını ve hikaye yazarken bir odaya kapanıp pür dikkat bir şekilde çalıştığını söylemiştir. Ayrıca öykülerindeki çoğu karakterin aslında kendisi ve ailesi olduğunu dile getirtmiştir.)
Hayat bu ya, mutlu bir şekilde yaşamaya devam ederken 1950 yılında kalp krizi geçirmiş ve hayatının önemli bir kısmını evden devam ettirmek zorunda kalmıştır. Geçirdiği kalp krizinin dört sene sonrasında hayattaki en yakın arkadaşı Cahit Sıtkı da ciddi bir akciğer sorunu yaşamış ve Ziya bir an olsun yakın dostunun yanından ayrılmamıştır. Hepimiz Cahit Sıtkı’nın “Ziya’ya Mektuplar” ını biliyoruz. Fakat eğer Ziya Osman da ona bir mektup yazacak olsaydı -belki de yazmıştır- eminim şunları söylerdi :
“Sevgili Cahit,
Bunları, sana verdiğim değeri dile getirmek için değil, içimde yaşadığım hayatımı koşulsuz şartsız beş kuruş hesap vermeden anlatabileceğim tek insan olmandan ötürü yazıyorum sana. Son zamanlarda içten içe hissettiğim ölümün ayazını en son annem öldüğünde bu kadar hissetmiştim. Hem kendi hayatımın hem de senin hayatının sona erme düşüncesi beni her geçen an daha da korkutmaya ve bu hayattan uzaklaştırmaya başladı.
Eğer senden önce gidersem bu hayattan, lütfen mektubumu bulmuş ve beni sonsuza dek anlamış ol. Bu kadar senelik ömrümde çektiğim bütün acıyla İstanbul’un bir kısmı yanardı eminim. Edebiyata ve şiire sığınmamın sebebi budur. Bu hayat, beni kötü biri yapmak için elinden geleni ardına koymadı. Belki de başardı bunu ama umarım başaramamıştır. Hep hayalini kurduğum iyi adamı oynayabilmişimdir umarım bu sahnede.
İyi bir insan olmak yolunda bir arpa boyu da olsa yol kat edebildiysem eğer; bu, kesinlikle senin sayendedir. Çünkü iyi bir dost, vasat bir sevgiliden her zaman daha iyidir. Bunu bana öğrettiğin için ve bana öğrettiğin her şey için sana sonsuz minnettarım. Sevgiyle ve benimle kal.
Sevgilerimle, Ziya
“Bu dünya üzerine kendinden 47 sene bahşettikten sonra 1957 senesinde vefat etmiştir. Eyüp Sultan’da aile mezarlığına defnedilmiş olsa da mezarı hala kayıptır. Mezarının kayıp olması gerçeği kulağa acı gelse de hayatta bıraktığı izlere dönüp baktığımızda aslında onun hala yaşayan biri olduğunu söyleyerek onu yüceltmemiz mümkündür.
Çünkü Ziya, yalnızca kendi acılarını değil sokakta mendil satan bir çocuğun, açlıktan kırılan bedenlerin, daha annesinin sütünü emmeden ölen canların, koklanmak uğruna koparılan çiçeklerin de acısını yazmış ve onları anlamıştır. Adının aksine hayatı ışıklarla dolu olmasa da hayatında mutlu olduğu zamanları elbet olmuştur.
Yaşadığı zorlukların hayatını ne denli büyük çaplarda şekillendirdiğini görmek mümkündür. Servet-i Fünun Dönemi’nin adını tarihten sildirmemek adına edebiyatı bir araç olarak gören şairlerin ve yazarların aksine Saba, daha çok edebiyatı yaşamış ve insanları anlamaya çalışmıştır. Ve en önemlisi Ziya asla atmamıştır (!)
“Bu garip dünyada ben yadırgadım yerimi
Yıllardan sonra bir gün, görüp çektiklerimi
Tanrım bir meleğe emredecek: ‘Yetişir!’’’
“Ahret”
“Rabbim nihayet sana itaat edeceğiz
Belki ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp geleceğiz.”
“Rabbim nihayet sana”
“Ölüler ! Hepimiz için
Yalvarın Allah’a”
Elif Burçak
İZDİHAM