Elif Güçtaş Şakar, Cinli Hamam
Her gün kalbimin sızladığı bir memlekette yaşamaktan yorgunum.
Birhan Keskin
Çoğu sayfaları eksik ve kahve lekeli kitapların satıldığı limon küfü rengindeki küçük sahaf dükkânın dar sokağından sonra avlusu genişçe bir şadırvana açılan hamama dini bir ritüel gibi o gün de gitmişlerdi. Kendini bildi bileli annesi ile babaannesinin çekiştirmesi ile bu hamama, bu lanetli hamama, bu cinli hamama zorla götürülüyordu. Hamamda Baran’ın kafa derisi kızarana kadar haşır huşur çoğu zaman bastıra bastıra yıkayan anası yetmiyormuş gibi kaynar su ile haşlanması da cabasıydı. Babaannesinin tandır ekmeği yapmaktan, çoğu zaman pekmez kaynatmaktan, kütleşmiş tırnakları ile büyük bir günahtan arıtmak istercesine bir hışımla yıkayışına anlam veremiyordu.
İşte tam da bu yüzden bu mekanla ilgili hiçbir iyi anısı yoktu.
‘’Aaa erkekler ağlar mı, sus bakayım!’’
Cümlesindeki ünlem ile abisi Memed’in siyasi suçtan ötürü Ulucanlar cezaevine girmesiyle babasının uluya uluya ağlamasındaki ünlem aynı işaret miydi? O zamanlar yedi yaşındaydı. Tam ilkokula başlama yaşında abisi Memed’in cezaevine girişi, ev halkının cenaze havasına bürünmesine neden olmuştu. Baran bu duruma çok içerliyordu. Abisi Memed bir daha o karanlık mahpustan çıkamayacak, hiç evlenemeyecek ve hiç mi hiç çocuğu olamayacaktı.
Baran erkeklik vurgusunda soyun sopun devamının kendisine bağlı oluşunun ağırlığı ile yıllardır yaşadı. Kendisinin bile anlam veremediği içinden gelen, belki de doğuştan gelen, bu değişik hisleri bir ihtimal ablasına, bazenleri annesine, asla babasına anlatamazdı.
Hamamda kadınların peştamala sarılı o kıvrımlı vücudunun ardındaki gizemi hafızasından hiç çıkmasın diye gözlerini hızlı hızlı açıp kapayışının ardındaki çektiği sancıdan hep var olduğuna inanası gelmediği Tanrı’yı sorumlu tuttu.
Islak rüyalarla uyandığı bazı sabahlarda babaannesinin “İlla namaz illa namaz” nidaları ile yalandan kıldığı namazda inanası gelmediği Tanrı’ya kabul görmesi için dua ediyordu. Birçok dinin, medeniyetinin, kültürün ve hoş görünün beşiği olan Mardin’de kabul görmesi için kendi dilinde olmayan dualar ediyordu.
Nerden bulduğunu hatırlayamadığı kırık ayna parçası ile fistan işlemeli yorganın altında kabul etmediği bedenini inceledikçe cinnet geçireceğini düşünürken evde kimseciklerin olmadığı zamanlarda, o gizli zamanlarda, o günahlı zamanlarda ablasının çoğu zaman bedenini saran kıyafetlerini giyip mutlu oluyordu. Çok satan bir tiyatro oyununun başrol oyuncusu gibi evin içinde yemenisini sallaya sallaya dört dolaşıp en sonunda gülmekten parmaklarını ısırıyordu.
Katı dogmaların hüküm sürdüğü dünyada Baran’ın ruhunun ne istediğinin hiç ama hiç yeri yoktu. Yoksa var mıydı? Cesaretini toplayıp tarhana çorbası pişiren babaannesinin ekşimiş koltuk altına usulca sokularak,
” Ben büyüyünce kadın olacağım Aze”
Ekşi kokulu buruşuk dövmeli Aze: ” Ne diyor bu çocuk böyle, bir hocaya falan mı görürsek?”
Muhtarın çokbilmiş karısı: ” Yok yok öyle olmaz kurşun döktürmeli!”
Annesine daha laf düşmeden çokbilmişlerin ağzından ” Benim elim gibi değil Fatıma annemizin eli gibi…“ lafları dökülmeye başladı. Bir şaman edasıyla Baran’ın kafasına gerdikleri örtünün etrafında dört dönerken zaman zaman midesi bulanıyor, ipek örtünün tenine değmesi ile tuhaf düşler görüyordu.
Gördüğü düşlerden birinde belinden oturtturmalı, etnik pul işlemeli gelinliği ile Mardin’deki köhne evlerinin pas kokulu gıcırdak kapısına at ile geldi. Yüzü ışıldıyordu. Nasıl karşılanacağına dair korku ve umutları sıcak suya tuzunu salan peynir gibi titremesine neden oluyordu. Daha doğmadan boynuna ısrarla çift kere dolanmış kordonun gömülü olduğu pas kokulu gıcırdayan kapıya bunca zaman sonra izini kaybettirmişken, bunca zaman sonra en çokta kendi gibiyken, bunca zaman sonra korkularını yenmişken gelebilmek akıl kârı değildi.
Soba borusundaki çamaşır telinde, perdenin kornişten sıyrılmış düğmesinde, yerdeki İran kiliminin deseninde, radyonun kısık kalan sesinde, sahibi tarafından yenilmekten sıyrılıp atılan tırnak izinde, bir daha hiç göremeyeceği rüyasını, hiç kimseye anlatamayacağı rüyasını, kendi rüyasını görüyordu.
İtina ile dökülen kurşun kendinden emin bir tavırla suya kendini bırakırken at şekline bürünmesine ne muhtarın çokbilmiş karısı, ne ekşi kokulu buruşuk dövmeli Aze ne de uğursuz gördükleri anası hayra yorabildi. Boynuna kordon dolana dolana çetin bir kış gününde hem anasını hem de kendisini morartarak doğan Baran’ın hikayesi ergenlikle birlikte o ince dudağının üzerinde kara bir leke gibi sıralanan tüylerinin, o hiç istemediği tüylerinin, biti kadar istemediği tüylerinin canlanması ile son bulacaktı.
İzdiham
Editör: İbrahim Varelci
Elif Güçtaş Şakar dan yine dopdolu harika bir hikaye okudum. Ülkenin edediyatı adına şuan yaşayan en kıymetli değerlerinden biridir.. Güçlü kalemi ve donanımlı varlığıyla edebiyata damga vuracak.