Erdem Öztaşa, Hayal Resitali
“Her şey, gördüğüm her şey bir rüya olamaz mı?” dedi kendi kendine. “Ne olur Allah’ım, gördüğüm her şey bir rüyadan öteye gitmesin” dedi. “Yaşadıklarım ve yaşayacaklarım, her şey bir rüya olsun ne olur. Çektiklerim ve çekeceklerim, hepsi bir rüyadan öteye geçmesin.” Sıkıntıların, bulantıların ortasında gördüğü hayâlî şeyler vardı etrafında…
“İbn Arabî der ki ‘hissin hayâle üstünlüğü yoktur.’ Bu durumda ben üzerine çok düşersem, evet, çok dikkat edersem gördüğüm, yaşadığım, hissettiklerimin de bir hayâlden ibaret olduğunu anlayabilirim veya öyle hissedebilirim. Hayâlde acı vermeyen şey histe can yakabilirken histe can yakan hayâlde yakmayabilir. Denemek lazım, neden olmasın?” diyordu kendi kendine. “Hayâl resitali izleriz.”
Oturduğu koltukta doğruldu, yavaşça ayağa kalkmak istedi ama ayaklarında derman kalmamıştı ve eşyalar, sokak lambaları, çiçekler ve parfüm kokuları, hepsi sanki önünde yürüyordu. Kulağında hep bir müzik çalıyordu. “Demek ki mousailer burada” dedi kendi kendine. “Lirim nerede? Gelin beraber çalalım ilham perileri” diyordu. Sarhoşluğun da verdiği dağınıklıkla ilginç rüyalar görüyordu veya rüya değil de gerçekten görüyordu. Bilinmez. Bilinmemekle beraber hissedilmez. Bilinen şey hissedilmemiş olabilir ama hissedilen şey bilinmiştir. Neyse. Kendi kendine konuşmaya devam ederken aklına kapının önündeki kedi geldi. “Ona mama vermeliyim” diye düşündü, mutfağa gidip tabağa mama koyup kedinin önüne bıraktı yemeği, ama kedi yemedi, surat astı.
Kapattı kapıyı, “sen bilirsin” dedi. Kulağında hâlâ müzik çalıyordu. Dans etmeye çalışıyordu ama sarhoşluğun verdiği dağınıklık ayaklarının birbirine dolaşmasına sebep oluyordu. Duvarlara tutunarak düşmemeye çalışıyordu. Dans etmekle düşmek arasında savrula savrula sonunda tekrardan salona girmeyi başardı. Dikkatlice bakınca duvara, asılı olan resimden birilerinin çıktığını görmeye başladı. Resimdeki ana karakter olduğu yerde duruyordu ama onun yanındaki küçükkarakterler kenarlardan dışarı çıkıyor ve üzerine doğru geliyordu. Geriledi, ürperme geldi tüm vücuduna. Üzerine doğru gitmeye başladı küçükkarakterlerin. Onlar da Fevzi’nin üzerine doğru geliyordu. Boyları küçüktü ama çok gürültü ediyorlardı. Bir kelimeyi haykırarak geliyorlardı. Neydi bu kelime? “Ayn, şın, kaf”tan mürekkep bir kelimeydi bu. “Harflerden mürekkep kâinatı sayıklıyorsunuz siz” dedi Fevzi küçükkarakterlere.
1-2-3-4, 1-2-3-4…
“Nerede benim not defterim” dedi sonra kendi kendine… Telaşlı telaşlı defterini aramaya başladı, kitaplığın yanına gitti. Çekmeceleri karıştırdı. Evet, bulmuştu. Hızlıca defteri çıkarıp aldı, sayfaları karıştırırken defterin arasından da küçük bir fotoğraf düştü tam küçükkarakterlerin önüne… “İşte, ayn-şın-kaf bu” dedi küçükkarakterler… Fevzi gözlerine kadar yandığını hissetti bir anda, evet, bir anda… Uzun zamandır hissedemiyordu bu duyguyu… Yavaşça yere doğru eğildi, fotoğrafı alacaktı ki küçükkarakterler fotoğrafın üzerine oturdu. Karakterlerin hepsi fotoğrafın üzerinde her kaplayamayacak kadar küçüklerdi. Kareografi oluşturdular küçük bedenleriyle… Evet, ayn,şın, kaf harflerini oluşturdular tam da fotoğrafın kalbinin bulunduğu kısma… Utandı Fevzi, sebepsizce… Ne yapacaktı ki şimdi? “Heey, bırakın fotoğrafı bakalım” dedi, ama küçükkarakterler bırakmaya niyetli değillerdi fotoğrafı… Kıpırdayıp duruyorlardı. Onlar kıpırdadıkça “ayn-şın–kaf”tan mürekkep dünya da kıpırdıyordu adeta… Dünya kıpırdadıkça Fevzi dengesini kaybediyordu. Duvara doğru tutunmaya çalıştı ama duvarı delip geçti eli… Evet, duvar delinmişti. Rüya mı değil mi tereddüdünü yaşarken duvardan içeri doğru düş/tü. Düş/ünce anladı ki düş değil hakikat… Rüya ile hakikat arasındaki ince çizgi… Turgut Özben geldi aklına… Ama şimdi onu düşünme sırası değildi, doğruldu. Çevresine baktı, her yer karanlık ve ıslak… İçeri doğru girdi tekrardan, ama küçükkarakterler fotoğrafı alıp kaçmışlardı bile. Tablonun içerisinde duruyorlardı. “Acaba?” dedi Fevzi, çünkü yapabileceği hiçbir şey yoktu, “acaba tablonun içerisine girebilir miyim?” dedi kendi kendine… Çünkü o fotoğraf her şeyiydi onun, varlık gayesi o fotoğrafın çevresinde düğümlenmişti. Fotoğrafın özündeki canlıydı onun hayat kaynağı.
Yürümeye başladı, “ama girdikten sonra nasıl döneceğim? Şimdi bunu düşünmenin sırası mı!” diye kızdı kendine, fotoğrafın önünde durdu. İlk önce elini uzattı fotoğrafa, evet, girmişti eli. Küçükkarakterler de ona bakıyorlardı uzaktan. Fevzi girerse kaçacak gibi duruyorlardı. Diğer elini de soktu Fevzi, sonra bacaklarını. Ve işte “Karl Johan Sokağı’nda Akşam”dı. Yürümeye başladı, o yürüdükçe küçükkarakterler de yürüyordu. Peşlerinden koşmaya başladı, karanlık sokakta koşmak zor oluyordu ve yerler de kaygandı. “Sanırım boyadan olacak” dedi kendi kendine. Nasıl bir olayın içine düştüğünü de anlayamıyordu, komikti. Gülüyordu ama peşlerinden de koşuyordu küçükkarakterlerin… Sonra “ayrılık” yazan bir çizimin, daha doğrusu gerçeğin önüne geldi. İşte kendi kalbini tutuyordu kenarda, kan akıyordu oradan. Ve yanında da tıpkı bir tanrıça gibi parlayan fotoğraftaki “yaşam madeni”… Ama durmaması lazımdı çünkü küçükkarakterler kaçıyordu. Kendinin yanından geçti koşarak ve tanrıçadan kokular alarak… Sonra “The Lonely Ones” yazan bir duvar çıktı önünde… Kendisi vardı orada, arkadan görüyordu kendini… Ve yanında da o… “Meleklerin asası parlıyor görüyor musun?” dedi kendi kendine.
Küçükkarakterler de durmuştu Fevzi durunca… “Fotoğrafı bana verin” dedi Fevzi, ama sesi yorgun ve acıklı çıkıyordu. Sanki canı yanmıştı, sitem ediyordu küçükkarakterlere. “Bu kadar gerçek yeter” dedi, verin bana rüyalarımı… Ama küçükkarakterlerin ağzından hâlâ aynı harfler çıkıyordu: ayn-şın-kaf… Ve onlar her ayn-şın-kaf dediğinde çerçeve sallanıyordu, kâinat sallanıyordu. Uzaydaki gezegenler çarpışıyordu birbiriyle, satürn neptüne çarpıyordu, güneş yıldızları yakıyordu, ay dünyaya sırtını dönüyordu, yanıyordu her yer, her yerde bir kargaşadır almış başını gidiyordu. “Siz böyle devam ederseniz yakında değil dünya kâinat da kalmayacak. Hepimiz boşlukta savrulup gideceğiz” dedi Fevzi. “Olsun” dedi bir tanesi… İlk kez ağzından farklı bir söz çıkıyordu. “Bu fotoğraf yanındayken dünya patlasa, yerle bir olsa ne olmasa ne?” dedi küçükkarakterlerden biri… “Katarsis’in sırası mı şimdi” dedi Fevzi. Ama sırasıydı işte, geri geri dönüyordu sanki. Bir şeyler tutmuş geri geri sürüklüyordu onu. Ne olduğunu anlayamıyordu, o uzaklaştıkça küçükkarakterler büyüyordu ve ona yaklaşıyordu. Geri geri savrulurken küçükkarakterlerden biri uzattı fotoğrafı Fevzi’ye. “Ohh” dedi Fevzi, kalbi küt küt atıyordu ama o fotoğraf elindeydi artık. Bu arada kalbinden de bir akıntı vardı sanki… Elini götürünce kalbinin üstüne oradan kan aktığını gördü. Ancak fotoğrafın çevreye yaydığı esans, kanı biraz durdurmuştu. Gözleri doldu Fevzi’nin… Fotoğrafı kokladı, yavaşça defterin arasına koydu. “O fotoğrafı çektiğim günü hatırlıyorum” dedi kendi kendine… Yavaşça koltuğa doğru uzandı, bu sırada eline de bir kitap aldı… Sanki yattığı yerde de eriyordu. Bir kelebek kondu kitabın üzerine… Ve Fevzi seslice okumaya başladı bölümü.
Ne diyordu Nilgün Marmara?
“Ödünç aldım kokunu kendi tenimde,
sen kokuyor yüzeyi bedenimin,
her gözeneği.
Açar açmaz arkı daldı bir kelebek içeri,
Döndüm sandım beyazı görünce,
Birleştirerek tenimden yayılan
koku ile
uçanın sonsuzluk imgesini.”
Erdem Öztaşa
İZDİHAM