Elinde bir demet çiçek… Bana doğru geliyordu. Ama hep beni geçip gidiyordu. Ruhumu delip geçiyordu. Ruhum onun ruhuna vurulmuşken onun ruhu benim ruhumun farkında bile değildi. Hâlâ değil.
Yavaş yavaş yürürken kaldırımda fark ettim ki, ben, hayatımda o olmayacaksa yalnızlığı göze almışım. Hayatımda o yoksa ölene kadar yalnızım… Ne kadar korkunç değil mi? O çoluk çocuk sahibi olur belki, ben yalnız bir şekilde ölürken… O torunlarını sever, benim ölü bedenimi komşular evde bulurken… Onun haberi olmaz, ben ölürüm.
“Haberin olmazdı, ölürdüm her gece ben”
O gittiğinden beri ben: ölü/yorum… Ben, hayatın ölü/yorumuyum.
Suratımı delen rüzgârlar vardı hep çevremde… Anılar solmuyor bir türlü, hep taze…
Sonra yine bir gün böyle kaldırımda giderken Murad’ı gördüm. Suratından düşen bin parça… Kenara çektim hemen, biraz konuşalım diye.
“Hayırdır Murad, ne oldu?” dedim. “O evlendi” dedi. Dün akşam, saat 10 sularında, toprakla evlenmiş. Başım döndü, bulunduğum yere çöktüm ve saatlerce kendime gelemedim. Düğün evinin önüne gittim ben de gözyaşları içinde… Her gün önümden geçerken elinde tuttuğu filbahrileri yavaşça bıraktım kapısının önüne… Toprağı da birazcık açtım, not bıraktım içine. Toprağı kokladım, o kokuyordu. O an toprağın içine girmeyi, toprağa karışıp erimeyi o kadar çok isterdim ki… Ama nasip olmadı.
O günden beri dudağımda hep aynı söz… Proust diyor ya: “Son olarak ben de, müzikte hayatın ve ölümün, denizin ve göğün en muazzam, en evrensel güzelliğini dinlerken senin kendine has, benzersiz büyünü hissederim, ey sevgili!”
Hayat müzikten ibarettir derler ya, hayatımdaki müziğin eşsiz büyüsü artık evren değiştirdi. Peşinden gitsem ulaşabilir miyim?
Erdem Özata
İZDİHAM