İçime bir ürperme geliyordu. Müthiş bir korku ruhuma girip çıkıyordu. Kalbim sıkışıyordu. Bir ânda başım döndü, yere kapaklandım, ellerimi inanılmaz sıkmıştım, ağzımdan köpükler çıkıyordu. Bir sara nöbetiydi bu, zannediyorum bu hafta ikinci kez gelmişti ve haftanın bitmesine daha 3 gün vardı.
Çılgınca dönen başım, çevremdeki gölgelere farklı mânâlar bindiriyordu. Kitaplık uzun boylu, siyahlar giyinmiş bir adama benziyordu. Sonra yanı başıma meczubun biri geldi. “Efendi selâm etti, sana yardıma geldim!” dedi. Ama farkında değildim ki o da bir hayâl idi. Ben evdeyken bu eve meczup ne ara girmişti ki? Başım dönerken meczubun suratı da farklı biçimler alıyordu. Kâh gülüyordu, kâh ağlıyordu, bazen bana yaklaşıyor, bazen uzaklaşıyor, bazen gözünün bir kısmı akıyor, bazen elleri büyüyor, bazen gözleri küçülüyor, bazen sakalları geliyor, bazen sakalları gidiyordu. Uzaklardan da bir siren sesleri… Müthiş rahatsız ediyordu zihnimi… Titremem yavaşlamış, ellerim gevşemişti ama başım hâlâ inanılmaz derecede dönüyordu. Tam o sırada meczup kayboldu, yanı başımda O vardı. Bana gülümsüyor, ama ağlıyordu da. Gözleri küçülüyor, sonra büyüyor, sonra akıyor, bana yaklaşıyor, uzaklaşıyordu. O’ydu yanı başımdaki. Aman Allah’ım! Yâni demin meczup sandığım kişi aslında O muymuş? Nasıl fark edemedim? Kalkmak istiyordum ama kalkamıyordum. Ömrümde ilk kez yerçekimine lânet okudum. O’na sarılmak, koklamak, senelerin hasretini gidererek rahatlamak istiyordum ama olmuyordu. Ağzımdan balonlar çıkmaya başlıyor, farklı biçimler alıyordu. Ama hepsi O oluyordu ve gökyüzüne doğru yol alıyordu. Gökyüzü onu tekrardan geri almak istiyordu, ama ben müthiş sarıldım. Bırakmak istemiyordum. O da bana sarıldı. O kadar sarıldım ki O’na, bu sırada eriyip balon oldu ve tekrardan gökyüzüne doğru uçtu. Yarı baygın gözlerimi açtığımda tek fark edebildiğim kanatlarıyla beraber gökyüzüne doğru uçtuğuydu. O sırada lanetler okudum kaderime, kendime küfürler ettim ve yerleri yumrukladım çünkü hâlâ kalkamamıştım. Baş dönmem yavaşlamıştı ama midem de bulanıyordu. İçimi boşalttım.
Yavaşça ayağa kalktım, zor zor yatağa attım kendimi. Gözlerimden yaşlar akıyordu, hüngür hüngür ağlıyordum. Hem bu hâlime, hem O“nun” gitmesine feryad ediyordu ruhum… Ellerim titriyor, kelimeler bile sessizce bana gözyaşı döküyordu. Kelebekler bir şarkı mırıldanıyor, eski dostlarım ise çevremde ağlıyordu. Gözlerimi açınca fark ettim ki ölmüşüm. Nasıl oldu ama bu? Nasıl öldüm ben? O“nun” gidişi aklımı almıştı, şimdi bir de canımı mı almış? Olur şey değil! Zaten hayatım boyunca hep olmazlarım oldu da olurlarım olmadı!
Herkes bana ağlarken, ben gökyüzünden O“nun” gelmesini bekliyor, müthiş heyecanlanıyordum. Cennetten bir koku… O, cennetti zaten. Ve O“nun” gidişi cehennem… Hayâl ve gerçek arasındaki ince çizgide gidip gelirken fark ettim ki gördüğüm meczup benmişim aslında. Hayâl görürken gördüğüm hayâl de benmişim, bana bir tek “ben” yardım edebildim. “Bizi bırakmazlar dostum. Ve bize, bizden başka kimse acımaz!”
Cansız(!) bedenimi soğuk tabutun içerisine koyup mezarlığa doğru götürdüler ve üstüme toprak attılar. Ve ben şimdi, bu soğuk mahşerde O’nu bekliyordum! Bir senfoni çalıyordu. Ruhum akıp toprak oldu. Ve buharlaşan kalbim, O“nun” kolları arasında huzura kavuştu.
Erdem Öztaşa
İZDİHAM