17 Ocak 2022

Erhan Sunar, Ravel: Bestecinin Gerçek Yaşamı

ile onurkorkmaz

Hak ettikleri ün bir sebeple kendilerini aşmış müzisyenleri biliriz. Beethoven, belki de en güzel eserlerinden kimilerini sağırlaştıktan sonra bestelediği için, ya da Bach sanatına körleştikten sonra da devam edebildiği için, ayrı bir ilgi odağı olabiliyorlardır. Mozart genç yaşta öldüğü, Schumann bir noktada akıl sağlığını yitirdiği için büyük görünürler biraz da. Hayat hikâyeleri meraklı dinleyici açısından onları daha üst bir mertebeye taşıyabilmek adına hep gündemde olur ve bir zaman sonra müzikal yeteneklerini gündelik hayatlarına sinmiş ritüellerden, saplantılardan (Beethoven’in duyamaz oldukça huysuzlaşması, Schumann’ın özellikle eşi Clara karşısında kimi kez kapıldığı yetersizlik duyguları veya asosyal bir insan olmasının bazılarınca hafifsenmesinin kırılgan bünyesinde yarattığı hüzün gibi detaylardan), alışkanlıklarından ayıramaz oluruz. Peki, Bolero gibi, daha ilk gösteriminde bile “müzik kulağı” olup olmamasına pek de ihtiyaç duymadan dinleyen herkesi etkileyebilmiş bir eser karşısında bestecisinin konumu, gündelik yaşamı “anlatılacak” olsa ortaya nasıl bir resim çıkacaktı? Jean Echenoz, adeta oya gibi işlediği romanı Ravel’de, bir yolculuk etrafında Maurice Ravel’in her günkü hayatını yapan öğelerden neredeyse hiç kopmadan, tutkulu dinleyicinin meraklarını zaman zaman hınzırca, bazen sevgiyle, bazen soğukkanlı bir mesafeyle karşılayarak işte bu tür bir biyografik ilgiyi daha sanatsal düzlemde ele almanın imkânlarına bakıyor.

Öncelikle romandaki anlatıcı sesin bestecinin bilincinin içlerine rahatlıkla sızıp aynı rahatlıkla ayrışabilmesinden, okuyacağımız hikâyeye çok yakın bir mercek tutacağını fark ederiz. Bu yolla ona karşı sivri dilli tutumu, sanatçı benliğiyle kişisel takıntıları arasında hiç sorunsuzca geçişler yapabilen iğneleyici anlatımı da bir düzlem edinmiş olur. Romanın başından sonuna dek değişmeyen bir tavırdır bu ve sadece kendi edebi açmazlarına, anlatım sorunlarına parlak imalarla açılımlar getirmekle kalmaz, aynı zamanda biyografik bilgi yoğunluğundan caymayan yapısıyla yine de bir başına ve “sanatsal” olarak kalır. Tarihsel gerçekçi detaylardan, bestecinin şahsi yörüngesinden ayrılmadan, onun gazetelerdeki haberler arasında kendi ismini aranmasını ya da bir günden diğerine dinleyici karşısına çıkarken herkesin kıyafetlerindeki göz alıcı değişimleri fark edeceğini hesaplamasını bu nedenle hem önemli bilgiler gibi karşılar hem de dikkatli bir roman okuruysak kendi açımızı belirleme gereği duyarız. Minicik görünümüyle aklımızda bir yanıyla kalmıştır belki, ama onu Amerika’ya götürecek gemiye altmış gömlek, yirmi çift ayakkabı, yetmiş beş kravat ve bir bu kadar pijamayla bindiğini okumak modaya hep ilgi beslemiş birinin tavırları için bile okuru şaşırtacak ölçüde olgusal bir öyküye dönüşüyordur artık. Burada önemli olan ise yazarın veya bestecinin abartıp abartmadığı değil, hemen bir an sonra gelen yeni bilgilerdir: Ravel “reglan kollu pardösü, sapı kıvrık hezaren baston, melon şapka” kullanmaya devam ederken arkadaşı Erik Satie tarafından kötülense de, Alma Mahler’in onun hakkında kötü söylentiler çıkaracağı biçimde göz alıcı “tafta kumaşlar” içinde salonlarda görünmeye devam ediyordur ve yine öğreniriz ki, bütün bunlar kişisel gardırobunun genişliği karşısında dudaklardaki gülümseme olarak kalacak kadar küçük, o ölçüde kalıcı ve düşündürücü bilgilerdir. Bir yarışmada fazla “özgürce” yorumlarla müziğini icra ettiği için kendisini defalarca başarısız addeden jüriye alaycılıkla çattığı sırada da başında “konik biçimli cronstadt şapka” ile görünen yine o olmuştur.    

Yazarın kılı kırk yaran üslubunu takip ederken bir noktada artık Ravel’in bu tür yönlerini, özelliklerini, ilişkilerini kendi bireysel bilgi dağarcığımızla bir sınama içinde de algılamaya başlarız. Bestecinin ününe ün katan Bolero’yu ona sorduklarında, en önemsiz eserlerinden biri olduğunu, hatta sadece yinelenen bir tema ile sürüp gideceğini bir kere anladıktan sonra herhangi bir öğrencinin bile yaratabileceğini söylediği bilinir. Sadece Bolero’da da değil, genelde eserlerindeki saat gibi işleyen ritim duygusunu ilhama ya da sanatsal becerilere açık alanlardan değil de diyelim ağır işlerin yürütüldüğü sanayi gibi bölgelerden edindiğini söylediği de… Tek bir eseri üzerinde senelerce çalıştığını hatırlattığınızda, size yine başarısını abartmamanızı önereceği Bolero’yu bir ay gibi kısa bir sürede oluşturduğunu söyleyecektir. Konserlere gitmeyi sevmiyor, eserleri gereğinden hızlı ya da yavaş icra edildiğinde kayıtsızca burun kıvırıyordur. Mükemmellik arayışı ima edildiğinde, babasının kendisi çocukken eve getirdiği mekanik oyuncakları parçalara ayırıp içlerinde işleyen düzene akıl erdirme eğilimi gösterdiğini de hatırlayacaktır belki… Ama Echenoz’a kalırsa, zaten biraz zayıf olan piyano çalışını aylardır turnede olduğu Amerikan salonlarında kimsenin fark etmediğini düşünecek, fark etseler de kendisinin bunu aslında umursamayacak kadar sanatçı kaprislerine, daha açık anlamıyla bir “ego” duygusuna sahiptir besteci. Etrafını saran ve yazarın birçoğunu tanımamıza ihtimal vermediğini çekinmeden ileri sürdüğü kişiler arasında Ravel ufak tefek numaralarla ve özellikle kadınlar söz konusuysa kestirilemeyecek tavırlarıyla her daim “şekilci” olan mizacını ortama uydurmaya çalışırken, yine ona dair algımızı yeniden düşünmemizi gerektirecek ölçüde bilgiyle karşı karşıya bırakır bizi yazar; zira kendi onuruna verilen etkinliklere bile uygun kıyafeti olmadığı için katılamadığını bildiğimiz Satie’ye kıyasla, üstelik bunca imkân içinde yüzerken, bir anlamda neşeyle poz yapmak durumundadır Ravel. Bütün bunlardan çok daha mühim olanı ise, etkilendiği Liszt, Chopin, Weber, Schumann ve Chabrier’den önce, sanatına yön veren asıl ismin Satie oluşunda birçoklarının hemfikir olmasıdır.

Piyanoda iyi olmayan genç kadınların kendisi hakkında ne düşüneceklerini, bestelerinde o da çoğu kez hemen küçük hatalara baktığı için, yeterince sorun edebileceğini varsayabilir miyiz? Kendine güvensizliğini de bildiğimiz besteci, arkadaşları arasındayken her şeye karşın eğlenceli görünmek isteyen bu ince ruhlu sanatçı, aşk ilişkileri söz konusu olduğunda müziği kadar net ve açık olabiliyor mudur? Dikkatle tasarlanmış sanatını –diyelim müphemliğe aşırı bağlı ve ilhamı da belirsizliklerle dolu aşk maceralarında arayan, önce dostu sonradan rakibi Debussy’e kıyasla– uzun yürüyüşlerde ve yalnızlıklarda keşfediyor olmasını bütün bu bilgilerden sonra bir çelişki olarak mı, zihninin karmaşasının tezahürü olarak mı görmeliyiz? Ona dair algımızın bu kısmında biyografi yazarlarına veya hakkındaki ufak tefek bilgi parçacıklarına bakacak olursak, kadınlara karşı her zaman kibar ve dikkatli göründüğünü, ama hiçbir kadına karşı özel bir bağlılık geliştirmediğini, hatta “güzel bir lokomotifi, yine güzel bir kadına yeğleyeceğini” ileri sürüşünü dostlarının hatırladığını kabul etmek zorunda kalırız. Echenoz’a göre ise, ki roman boyunca defalarca hatırlatacağı şeydir bu ve aşk bahsinde iyice kesinleştirir, hakkında bildiklerimizin buz parçasının görünen kısmı kadar kalacağı besteci bir değil, birkaç kez kendini bu tür gönül ilişkilerinin kıyısında bulmuş ama ya tatlılıkla reddedilmiş, ya katıla katıla gülünmek durumunda kalıvermiş ya da pek farklı olmayarak hafifsenmiştir. Yazara inanmamak için pek neden yok, çünkü en nihayetinde yalnız yaşayıp öyle ölmüştür Ravel. Öte yandan biraz kuşku payını da saklı tutabiliriz, çünkü aşk ve cinsellik bahsinde biyografi yazarlarının hiç öylesine başvurmayacağı biçimde meseleyi bıçak gibi aniden, başlatmış oluşu bile bir müdahaleymiş gibi, daha fazla gerekçe göstermeden kesiveren yine yazarın imalı sesi olmuştur.

Ama sonunda okuduğumuz bilgi yüklü bir biyografi değil, yoruma ara yollar açan bilgi yüklü bir romandır. Yazar epey ironik bir bakışla sürdürdüğü anlatımını artık sonlara yaklaşırken sık sık kendisine, besteciye ya da bir başkasına inanıp inanmama konusunda serbest oluşumuz hakkında hatırlatmalarla doldurur. Bu kapanış sayfalarında hâkim ses kıyafet düşkünlüğüyle, küçük takıntılarıyla, dostluk ve yalnızlık, eğlence ve mesafe arasında hep bir denge kurmasıyla hayatını da sanatında yaptığı gibi yapaylığın kıyılarında sürdüren büyük bir bestecinin yaklaşan ölümüne uyacak biçimde, çok durgun bir hüzünle iç içe geçiyordur artık. Ravel’in hüznüdür bu, çünkü dostlarına randevularını, cilalı ayakkabılarını, editörüyle yemekteyken çatalı tersinden tutacak kadar kendi denetimini, aklından her ne geçiyorsa bir an sonra onu unutan birine dönüşmekte olduğunu aslında sanki biliyordur. Bakıcısının kaybolmasın diye yakasının arkasına adresini iliştirdiği biridir artık o. Aynı zamanda okurun ve hiç şaşmayan yapılarıyla “sanatların sanatı” müziğe içtenlikten evvel kişisel yorum öğesini (belki de, iyi kotarıldığında, taklidin orijinal görünene kıyasla üstünlüğünü) katmak istemiş bir dizi eserin dinleyicisinin de hüznüdür: Tıpkı her yeni çalgıyla beraber yoluna artan bir iradeyle devam eden Bolero’da olduğu gibi, sayfa sayfa bir müzisyen portresine girişmiş romanıyla Jean Echenoz’un da, bu hayat sonlanırken “gerisinde bir vasiyet, bir ses kaydı veya çekilmiş bir film bırakmadı” diyecek kadar, bir ölçü duygusuyla, hep yeniden başlamak istiyormuş gibi, son bir imayla resmettiği hüzündür bu.  

Erhan Sunar

Oggito

İZDİHAM