Gözlerimi açtım. Zifiri karanlık sarmış sağımı solumu. Hiçbir şey göremiyorum. Sadece kalbimin çarpıntısını karanlıkta ince ve parlak bir çizgi halinde görüyorum. Kalçamdan bacaklarıma inen uyuşukluğu hissediyorum. Korkunun kalıntıları hâlâ havada dolaşıyor. Bu bir kâbus da değil. Bu huzursuzluk da neyin nesi? Anlam veremiyorum.
Sanki başım mengenede sıkıştırılmış. Derin bir nefes alıp ciğerlerimi havayla dolduruyorum. Yatakta sürekli dönüp durmayayım diye çok zamandır kendimi yorganla kundaklıyorum. Kabuslarla sıçramak, uykularımı alt üst ediyor. Mumya gibi uyuyorum artık. Kollarımı çıkarıyorum zar zor. Ellerimi saçlarıma götürüyorum, parça parça çekmeye başlıyorum onları. Migrenim tuttu tutacak. Avuç içimlerimi şakaklarıma bastırıyorum, ardından kaşlarımın ortasını sağa sola geriyorum.
Gardıroptan ses gelince, bir an nefesim kesiliyor. Fizik dersinden nefret ederdim ama şu an iyi ki öğrenmişim diyorum. Yine de bu genleşme sesleri ürkütüyor. Bu aralar her şey korkutur oldu beni. Ufacık bir ses bile yerimden sıçramama sebep oluyor. Sinirlerimin duvarları ayakta duramaz oldu. Yıkılmaması için çabalıyorum ama zeminini sağlam tutmakta çok zorlanıyorum.
Yorganı üstümden atıp yatağa oturuyorum. Damağımda uykunun tadı. Başucumdaki sehpanın üstündeki çiçekli bardağımdan bir yudum su alıyorum. Ardından sigara paketine uzanıyorum. Sigaranın en zararlı zamanı uykudan önceymiş. Kimin umrunda ki. Bence kötü düşünceler sigaradan daha çok zarar veriyor insana. Bir dal sigarayla cama çıkıyorum.
Sokak sessiz… Sessizliğinden de gürültüsünden de nefret ediyorum. Bu apartmandan da iğreniyorum. Son zamanlardaki tahammülüm iğne ucu kadar. İçimdeki öfke gün geçtikçe artıyor. İzmariti sokağa fırlatıyorum, pencereyi kapattıktan sonra yine yatağıma oturuyorum.
Gözlerim odanın karanlığına alışınca, kapının arkasındaki ütü masasına ilişiyor gözlerim. Yavaşça pembe rengini fark ediyorum. Ait olacak yer bulamayınca kapının arkasını kendine mesken tutmuş. İhtiyaç halinde ortaya çıkıyor, görevini yaptıktan sonra camlı kapının arkasında pembeleşinceye kadar bekliyor.
Gardırobun üstü seyahat yüzü görmemiş bavullarla dolu. İçinde neler olduğunu sadece Allah bilir. Lacivert ve siyah bavullar arasında, mor olana gözüm ilişiyor. Mor, çılgınların rengi derler. Onu, dükkanın vitrininde görünce kanım kaynamış, hiç düşünmeden satın almıştım. Arkadaş, yoldaş olmuştuk. Bir elimde bavul ötekinde bilet; havaalanları ve otogarları gezmişdik beraber. Şimdi dolabın üstünde tozlanıyor. Odam da kiralık depo alanı gibi. Eşyalar boş olan yerlere sıkıştırmış halde. Hayatım da mordan siyahlara geçmek üzere.
Zamanında bu evden kaçmak için evlenmiştim. Tabii tek nedeni bu değildi ama öteki bütün sebepleri bastırıyordu. Ne oldu? Ait olmadığım yere geri geldim. Cahillik işte!
Gençliğimin en güzel yıllarını ruhumla savaşarak geçirdim. Mantığım baş edemeyince, ruhumu azat etti. İstediği diyarlarda süzülsün, kutuplarda kambur balinalarla yüzsün, piramitlerin tepesinden dünyayı seyretsin, kaplanların sırtında yalnızlığının keyfini çıkarsın.
Mantığımla ruhum arasında ikili bir hayat yaşıyorum. Kalbim zaten parçalanmaktan toz haline gelmiş. Toz zerrelerini halının altına süpürdüm gitti. Kalsın orada, başıma bela oluyordu zaten.
Sigara kokusuna bulanmış uykunun tadı mahkeme günümü hatırlattı…
Belki bir saat uyumuşumdur orada. Heyecanım bilinmezlikten mi yoksa umuttan mı bilemiyordum. Her ikisi de olabilir. Aylar böyle huzursuz geçmişti. Artık yeni hayatıma başlamak istiyordum. Umudum hep vardı ve umudumu artırmak için mental olarak pozitif her cümleye açıktım.
Sabahın ilk ışıklarıydı… Kafamdaki bulutlar dağılsın diye sert bir kahve yaptım kendime. Kahvaltı yapmak ne mümkün. Gözünü kahveyle açan bir bağımlıydım ben. Hâlâ da öyleyim.
Uykusuzluğu kepçe kepçe yemişim de, damağımda kök salmıştı sanki. Ancak kahvenin telvesi söküp atabilirdi bu tadı. Bir yudumu bile nelere kadir. Dilimi yakmıştı ama olsun. Dil yarası iyidir. Boşuna sarfedilen cümleleri yok eder. Keşke zamanında yaksaydım kendimi. Keşke her bakla boğazımda kalsaydı. Mühim değil artık, son pişmanlık fayda ediyor aslında.
Gözlerimin akında oturan kan, hâlâ oradan bir yere gitmemiş. Ruhumdakiler gibi bedenimin yaraları da geç iyileşiyordu. Bir hırsla son kalan bileziğimi bozdurup gözlerimden ameliyat olmuştum. Üstelik yaz sıcağında. Güneş gözlüğü ve damlalarla geçmişti bir ay. O siyah kemik gözlüklerden kurtulunca kendimi güzel bulacağımı zannediyordum. Yeni bir ”ben” olarak gitmeliydim oraya. Çirkin Betty’dim sanki. Filmlerde olur ya hani, birkaç değişiklikle çirkinler hemencecik güzel olur. Bizim gibi sıradan insanların güzellik merkezine gitmesi veya plastik cerrahın yolunu tutması için bir oyundur bu. Ahh Esma ahh! Yine yargı dağıttın kendine. Bir sen akıllısın zaten. Neyse ne artık, hiç değilse gözlüklerden kurtuldum.
Giymiştim siyahları, kanlı gözlerim belli olmasın diye güneş gözlüğümü takmıştım. Yola çıktım. Günüm sorunsuz geçsin diye Ayet’el Kürsi’yi okumuştum. Temmuz sıcağı. Yer gök erimiş sanki. Ayakkabılarım asfalta yapışıyordu neredeyse. Ruhum kuşlar misali gökyüzünde süzülüyordu, fakat bedenim neden bu kadar ağırdı, anlayamıyordum.
Sarı binaya vardığımda hayrete kapılmıştım. Sabah sabah bu ne kalabalık! Bütün metalleri çıkarıp güvenlikten geçmiştim. İkinci kattaydı aile salonları. Sabredemeyip erkenden gitmiştim. Eğer odalara girip çıkan insanları izlersem, heyecanım geçer diye düşünmüştüm. Mübaşir sadece çiftleri alıyordu içeriye. Başkasına izin yoktu. Salonda beş dakikadan fazla durmuyorlardı. Dikkatimi çeken bir durum vardı. Odadan çıkan erkeklerin yüzü asıktı, kadınlarınsa tebessümleri renk renk çiçek dağıtıyordu soluk sarı rengi koridorlara.
Tekdüze ilerliyordu davalar. Prosedürler hiç değişmiyordu. Çalışanlar robot misali; aynı ses tonlarına, aynı adımlara, aynı sıradanlıklara sahipti. Arkamdaki pencereden dışarıyı seyretmiştim. Gördüğüm silüet dün gibi aklımda. Camın yansımasında kendimi görünce gülmeye başladığımı hatırlıyorum. Siyah gözlüklerimle Teşvikiye Camii ünlüleri gibiydim. Yas dahi yakışıyordu bana. O an kendimi çok beğenmiştim.
Bir ara panik hali yaşamıştım. Yarım saatten az bir zaman kalmıştı. Ayak parmaklarım karıncalanmaya başlamıştı. Heyecan sarmıştı bedenimi. Titreşimi bütün hücrelerimde hissediyordum. Artık bitsin de gideyim istiyordum. Sanki koridorlar gittikçe daralıyor, yutuyordu duvarlara dizilmiş sandalyeleri. Kapatmıştım gözlerimi. Ellerimin titremesini engellemek için derin nefesler almaya başladım. Bir yandan panik yaşayıp bir yandan da belli etmemeye çalışmak midemi bulandırmıştı.
Tek gitmemek için arkadaşımı çağırmıştım. Onu görünce rahatlamıştım, konuşmaya ve panik halimden kurtulmaya ihtiyacım vardı. Ruhumdaki darlığı her zaman konuşarak rahatlatabiliyordum. Nefes almadan konuşuyor, tuhaf espriler yapıp gülüyordum. Bir yandan da gözlerim doluyordu. İçimdeki ayazın titremesi kahkahalarıma karışıyordu.
Ara ara o daralan koridora göz ucuyla bakıyordum. Beyaz gömlekle gelen şahsı gördüm. Uzaktan bakıyordu bana. Allah’tan gözüklerimi çıkarmamıştım da onu gördüğümü anlamamıştı. Ben siyahlar içinde kahkaha atıyordum. O ise beyazlar içinde mutsuzluk saçıyordu. Çok değil daha birkaç ay önce çorba pişirdiğim insandı. Hatırı kalmış mıdır bilemiyorum çorbanın.
İstediği gibi kin ve nefret oklarını atabilirdi artık bana. Gözlüklerime çarpar ve tuzla buz olurdu artık. Küskünlüklerini dağıtabilirdi benim olmadığım her yere. Gri alandan çıkmıştım çoktan, kendimi karlar ülkesinin saflığına bırakmıştım. Her şey geçmişti, her şey bitmişti.
Son kez yan yana geldi adlarımız, son kez aynı odada bulundu varlığımız. Hâkimin kırmızı yakası, cam kenarındaki plastik şişeler, içinde bitkiler ve attığım imza dışında hiçbiri şey hatırlamıyorum şimdi. Hatırladığım tek şey omzumdaki yükü bırakarak salondan çıkışımdı. O kapıdan çıkan bütün kadınları anlamıştım o anda. Yeni hayatın goncaları açınca yürekte, gülüşlerden renk renk çiçekler dağıtıyormuşsun.
”Sonunda” demiştim. ”Hoşgeldin bahar…”
Sanırım o gün hayatımın en güzel günüydü. Umut dolu o kadın, düşe kalka tekrar hayat kurdu kendine. Belki de yeni bir yaşam kurma yolunda hâlâ. Yolum hiçbir zaman engelsiz olmuyor ya çukurlara düşüyorum ya da taşlara takılıp yuvarlanıyorum. Yine de ilerliyorum. Çünkü; hava umuttur ve ben nefes almaya devam ediyorum.
Şu birkaç gündür nefes almayı becersem de vermesi çok zor oluyor. Takatim tükenmek üzere. Aslında uykusuzluğumun sebebini biliyorum. O günden sonra uyku düzenim bozuldu. İnsan tahmin ettiği ağır şeyleri yaşayınca uyku onu sarıp sarmalasın istiyor. Ama zehirle panzehir bir arada durmuyor.
Çukura düştüğüm anlardan biriydi. Çukur değil kraterdi adeta. “Sizi evlatlıktan reddediyorum!” demişti. Gülesim gelmişti bu cümleyi duyunca. “Ne saçmalıyosun?” demek istedim, yapamadım. “Hayatımızın hangi anında yanımızdaydın ki?”. Bunu da diyemedim. “Bizi evlat olarak görüyor muydun?” deseydim keşke. Sadece susarak ve gülerek en doğrusunu yaptım belki de.
Evet, artık her şey konuşuldu. Her şey bitti. En azından netleşti. Belirsizlik cenderesinden kurtulmak güzel, fakat kara lekeler henüz çıkmadı. Ama ben artık o lekeleri temizlemek için ellerimi çatlatmak istemiyorum. Siyah da beyaz da benim geçmişimin renkleri. Hepsi benim kaderim.
Seneler önce önümde iki yol vardı. O zaman mantıklı olan yoldan devam etmiştim hayatıma. Madem seçtiğim yol beni yine aynı noktaya getirmişti, o zaman başka yollar denemeliydim.
Madem kalmayı seçmekle ait olamadım, o zaman gitmeliyim. Hem bu sefer ayaklarım yere daha sağlam basıyor. Çukura düşmeyi de çıkmayı da biliyorum. Siyahlaşmamalıydı hayatım, tozlanıp eskimemeli. Yol arkadaşım mor bavulum, göz kırpıyor bana.
Olmak ya da olmamaktı bütün mesele. Canım Shakespeare, yoksa sen de mi dizlerinden yaralandın?
İzdiham