Aylardan Eylül. Ağustos sıcağı, sonbahara vardığının farkında bile değil. Gün batarken hava son şakasını yapıyor gibi. Egzoz ve sigara dumanları da havaya karışınca nefes almak ne mümkün. Kirpik uçlarımda nem damla damla olmuş, yanaklarıma doğru kendini bırakıyor.
Sanki yaz hiç bitmeyecekmiş gibi…
Arkadaşıma yemeğe gidiyorum. Hani derler ya, iyi gün kötü gün dostu diye, işte öyle bir dostluk bizimkisi. Hayatımızın dönüm noktasında tanışmıştık. Ardından biraz yaşanmışlık, hatıralar ve yıllar…
Sıcak, evlerin can damarına kadar işlemiş, duvarlar nemden dökülüyor. İçerisi hamamdan farksız olunca kendimizi dışarıya attık.
Adım attığım her sokak kalabalık ve gürültülü. Kapı önlerinde çekirdek çitleyen kadınlar sohbet ediyor, göz ucuyla çocuklarını seyrediyor. Bir yandan da ellerinde çay bardakları, bıyıklarında sigara sarılığı ve kalınlaşmış sesleriyle adamlar… Kıraathane önünde muhabbetleri koyu. Hiç anlayamadım sıcak havada kaynar çayın harareti alışını.
Çarşı caddesine çıkan sokağın başında bir grup genç bağıra çağıra futboldan konuşuyor. Yanlarından geçerken, savurdukları kelimeler kulağıma gelince arkadaşımla göz göze geldik, ikimiz de yere bakarak yanlarından geçtik.
Yürüyüş yolu da denilen ama kalabalıktan asla yürüyemediğiniz, mutlaka bir kafe veya pastanede bir şeyler içmek için durduğunuz cadde, neredeyse İstiklal Caddesi kadar kalabalıktı ve farklı milletten insanlarla doluydu.
Her adımda mağaza, her adımda alışveriş çılgınlığı yaşanıyordu.
Yol her günkü kalabalığındaydı. Yanımdan geçen insanların şikayetleri kulaklarımı doldurmaya başladı.
”Eylül ayında böyle sıcak mı olur?”
”Hep küresel ısınma yüzünden!”
”Yakındır, helak olacağız.”
Dondurmacıya vardık. Ben limonluyu aldım, arkadaşım da kakaoluyu seçti. Dondurmaları aldığımız gibi insanların arasından sıyrılarak dışarı çıktık. İki tabure görünce hemencecik oturduk.
Caddenin gürültüsü yoğundu, sesimizi biraz yükselterek sohbet etmeye çalışıyorduk. Bir zaman sonra gürültü fon müziği gibi uzakta, arka planda kaldı. Dondurmanın serinliği de iyi gelmişti. Kahkahalarımız havanın nemi gibi başımızın üstünde asılı kalıyordu. Sabah telefonda özet geçtiğimiz konuları şimdi yüz yüze ve ayrıntılı konuşmaya başladık.
O gün iş yerinde nasıl yere kapaklandığımı anlatacakken telefonu çaldı. Ekranına baktığında bir an şaşkınlık gölgesi geçti yüzünden. Ardından başını kaldırıp yüzüme baktı, kararsızdı. Tekrar ekrana baktı ve hızlıca açtı telefonu, kulağına götürürken elinin seyirdiğini fark ettim. Sadece ‘evet, müsaitim’ dedi. Dinliyordu, gözlerime gözlerime değdi bir an. Ben ona odaklanırken o, sanki boşlukta süzülüyordu. Sakince konuşmasının bitmesini bekledim.
Dizleri titremeye başladı önce, ardından elleri…
Telefonu elinden düşürmeden aldım, ekranın kırmızısına bastım. Eli kulağında, gözleri boşlukta kalakaldı. Zaman akıyordu fakat o, zamansızlıkta yaşıyordu. Elini tuttum, kış kadar soğuktu. Üşümüş serçe gibi ürkekti.
Kollarından tutup sarstım, bakışları yavaş yavaş düzeldi.
”Ne oldu?” dedim.
”Kim, ne?” dedi.
Bir yudum su içince iyice toparladı, kendine geldi.
”Ölmüş” dedi.
Genç yaşında temiz duygularla yaptığı evliliği, hayal kırıklığıyla son buluştu. Şiddet her gün vardı, korkusu her saniye. Bedenini iyileştirse de ruhu yorulmuştu. Üstelik kundağa sardığı bebeği her daim ağlamaklı ve huzursuzdu. Çıkış yolu ararken soluğu karakolda almıştı. Bilmiyordu eşinin araması olduğunu. O kadar madde kullanımı yüzünden tabii beyninde hücre kalmamış. Yaralama, kavga… Ne ararsan!
Şikâyeti üzerine meydana çıkmıştı bütün pisliği.
Cezaevini boylamış.
O zamanlar tanımıştım arkadaşımı, otuz dokuz kiloydu ve kucağında oğlu… Toy yaşına rağmen azimli ve kararlı bir kişiliğe sahipti. Oğlu ağlayıp sızlasa da babasını tanısın diye cezaevi görüşüne gönderirdi. Oğlanın ağlaması hâlâkulağımda.
‘Rahmetli’ diye bahsederdi. Bazen hüznü kalbinden taşar anlatırdı yaşadıklarını. Kızmazdı, nefret etmezdi, çocuğumun babası derdi. Sadece hüznü kalmıştı gözbebeğinde.
Seneler geçti böyle. İkinci baharını mutlulukla yaşarken eski eşinin hapisten çıktığını duymuştu. Korkusu tekrar kendini gösterse de artık can yoldaşı vardı yanında.
”Gidelim mi hastaneye” dedi. Sonra ”oğluma nasıl söyleyeceğim?”
Gerçek hayat yine kendini hatırlattı. Sıkıntı baş gösterdi bir anda. Oğlan daha ergen bile değildi, nasıl bir tepki gösterecekti? Hiç bilmiyordum. Bildiğim şey, oğlanın babasını görmek istememesiydi. Yaşına göre ihtiyar bir çocuk.
Birgün, ‘oğlumla zaman geçirmek istiyorum’ diyerek almış çocuğu. Gecenin köründe parka götürmüş. Kendisi arkadaşlarıyla içerken çocuğu salıncakta yalnız başına bırakmış. Saatlerce… Uzaktan babasını izleyerek…
Bu mu babalık?
Nasıl yaşarsan öyle ölürsün derler ya hani…
Adam hiç akıllanmayıp eski hayatına geri dönünce bir bıçak darbesiyle göç etmiş bu dünyadan.
‘Rahmetli’ diye bahsettiği, içinde çoktan ölmüş olan bu adamı, onca kötülüğe rağmen ve gerçek bir ölüm karşısında artık ‘rahmetli’ diye anabilecek mi?
İZDİHAM