Bunca sene aynalara yanlış bakmışım. Otuz yıldır gördüğüm şey, bir biçim, şekil; kaşlarımın, gözlerimin yüzüme oranı ve aslında suretimdeki orantısızlıktı. ”Aynaya çok bakma, aynanın ardına düşersin” dese de büyükler, ben yine bakmaya devam ettim. Bu bakmalarımı kibir zannedenler de oldu. Hayır, güzel olduğumdan değildi . Ben, ”ötekim”i keşfetmiştim. Onunla tanışmaktaydım. Sadece ”ben” varken, o günden sonra yalnız olmadığımı fark ettim. Hatta o kadar kalabalıkmışım ki inanamadım. Her keşfediş, yeni bir ”ben” liğe açılan kapıydı. Hepsini kabullendim. Çünkü her biri kendimden parçaydılar. Onlar benim ”ötekim” di.
Karmakarışık benliğimi, Papini ile özdeşleştirdim. Çünkü biliyordum. O kadar çok ”Ben”e sahip olmak zapt edilebilir bir durum değildi. Katlanamazdı. Hikâyeler yazdı, benliğini bir bir saçtı. Her öyküde ”Ayna”larını kullandı çünkü yüzleşmesi gerekiyordu.
“Havuzda İki Yansı” hikâyesinde, eski ”ben”i ile karşılaştı ve gün geçtikçe ona karşı tahammülsüz bir duruma geldi. Sevmedi onu. Geçmişini öldürmek istedi ve yaptı da. O vakitler kendine katlanıyordu fakat yıllar sonra karşılaşmak dayanılacak gibi değildi. Gerçeklerle ve geçmişiyle yüzleşmek çok zordu. Geçmişini öldürdü hem de ilk karşılaştıkları ölü yapraklarla dolu havuzda.
“Saçma Sapan Bir Öykü” hikâyesinde, kendini hiç tanımadığı bir insandan, onun yazdığı bir öyküden dinledi ve hiç hoşuna gitmedi. O öykü de bir aynaydı Papini için. Dinlediği her cümleden iğrendi. Okuyan kişi Papini ile bir anlaşma yapmıştı. Öyküsünü beğenmezse bir gün içinde kendini öldürecekti. Dediğini yaptı, öldürdü kendini. Gerçekten de öldü mü yoksa öldürüldü mü?
“Zihinsel Bir Ölüm” de ”Yaşadığın hâlde ölmeyi başarabilirsen, işte o zaman yaşıyorsun demektir. Yaşam, ağır bir ölümdür.” dedi. Yaşamdan alınan her haz bir can çekiş, bir ölüm hırıltısıydı Papini için. Ölümü istedi fakat ruhuyla, düşüncesiyle ve zorla. Çabalarını, isteklerini bitirdi. Böylece yaşamın kendiliğinden sönüp biteceğini, bu sayede daha kolay ölebileceğini düşündü. Ölüme herkesten daha yakındı. Şimdiden yarı ölüydü.
“Hasta Beyefendinin Son ziyareti” nde bir rüyanın görüntüsü oldu. Var olması o rüyanın bitmemesine, rüya sahibinin uyanmamasına bağlıydı. O uyanırsa her şey sona erecekti. Peki kimdi bu sahip? Önceleri rüya sahibini gücendirmemek adına iyi tavılar sergileyip hata işlememek için çaba sarf ederken, sonraları bu yaranma ve gereksiz hizmetten yoruldu. Sahibini uyandırma adına artık her türlü kötülüğü yapabilen biri hâline geldi fakat yine de onu uyandırmayı başaramadı. Kendini ortadan kaldırmak için yardım bile diledi. Son çare, ona kendisinin bir düş olduğunu söyleyip belki bu bilincin farkına vararak sahibini uyandırabilirdi. Olmadı. Yoksa hiçbir zaman bitmeyecek bir düşün parçası mıydı?
“Neysem O Olmak İstemiyorum Artık” da Kendinden sıkıldı. En başından, kökten değişim istedi. Ruhundan, benliğinden kurtulup hiç bilmediği biri olmak, yeniden doğmak için çırpınıyordu. Kendinden iğreniyor, midesi bulanıyordu. Aynaya bakma isteği dahi yoktu. Bu öyle bir istekti ki asla gerçekleşmeyecekti. İnsan, ruhundan ve zihninden nasıl çıkabilirdi?
“Sen Kimsin” de Kendini tanımak, ancak başkalarından ayrılmakla vuku bulur. Onu o yapan tüm değerleri, aslında benliğini istemediği şeye dönüştüren ne varsa unutmak istedi. Çünkü bu zamana kadar başkaları tarafından yönlendirilmiş, onların fikir ve değerlerini benimsemiş ve istemediği her şeyi farkında olmadan kabullenmişti. J. Marcia buna ”İpotekli Kimlik” diyordu. Aynaya baktı, nasıl biri olmaması gerektiğini gördü. Kimse onu tanımayınca, çözümü yalnızlığı kabullenmekte buldu. İnsanların arasında, dünyanın orta yerinde onulmaz bir biçimde yalnızdı. Evrenin merkezinde tek başına bir can… Gerçekten de.
“Ruh Dilencisi” Tekdüze, serüvensiz bir ömür… Öyle birisiyle karşılaştı ki beklentisiz, sıradan, heyecansız ve sarsıntısızdı. Sistem insanı buydu işte. Kurallara uygun, ölçülü ve böyle bir hayatı dayayan, dolu gibi görünen fakat içi bomboştu. Ona, büyük makinenin küçük tekerleği dedi. Büyük duvarların küçük taşı da uygundu.
“Başkasının Yerine Canına Kıymak” Diğerlerinden farkın yoksa ölüsün demektir. Hayat anlayışın sıradan, beklentisiz ve ”an”ı kurtarmaksa yine ölüsün demektir. Seni sen yapan tutkuların çürümüşse Papini’ nin dediği gibi ”Sürü”ye katıldın demektir. Onlardan bir farkın olmalıydı. ”Senden çok umutluydum” dedi. Onu diriltmek istedi. Öteki ise bir dönemeçte onu gözden yitirmiş, nereye girdiğini anlayamamıştı.
“Kaçan Ayna” da ”Geleceğe ulaşmak için dünü feda ediyorsan, bu yaşamak değildir. Neden günlere böylesine değer veriyorsun o zaman? Anladım. Çünkü onlar seni gelecek günlere götürecek. Peki geleceğin farklı mı olacak? Deli olma. Günler hep aynıdır. Gelecek, şimdinin bir parçasından başka bir şey değil.” dedi.
“Ödenmeyen Gün” de gençliğinin bir yılını geleceği için feda etti. Sonra taksitle geri aldı. Zaman zaman yirmi üç yaşına dönmenin tadını öylesine çıkardı ki günlerin nasıl geçtiğini anlayamadı bile. Bir de baktı yalnızca bir günü kaldı. Aldığı mektup, kalan son günü yaşatmadı ona.
“Aynaya çok bakma, aynanın ardına düşersin” demişti ya büyükler, onun delirmek olduğunu nereden bilebilirdim. Her baktığımda başka bir ben. Büyük delilik… Gerçekten de.
Esra Okutan
İZDİHAM