Şair kendi varlığının kalabilmesi adına çıktığı yolculuğu şiirle sağlayabiliyor. Şiirin ona açtığı yeni yol ve uzam, bazen onu kurtaran bir alanı da işaretliyor. On beş yıllık şiir yürüyüşünün geldiği nokta FENA’yı çıkardı Süleyman Unutmaz için. Çağımız insanının kaosunu işaret etti kapak. Kitabın adı da herkese yetecek anlam nüansını barındırıyor. Şiir toplamımız için yeni bir nefes niteliğinde. Kitaptaki ilk şiiriyle birlikte besmele, hamdele ve salveleyle hakka yönelir. Münacat’la başlar kitap. “ Ve bana göster rüyamda sonsuzluğu/ Sonsuzluğu rüyasında görmüş birinin/ Sabahını anlatayım onlara./…Sen hiç beni yalnız bırakmadın.” Şairin her insan gibi, anlatma derdi var. Bu dert sonsuzluk. Ama özne şair. ‘Onlar’ ise nesne olarak sosyal yapıdaki paydaşlar. Hoş şiirin ne kadar paydaşı kalmışsa.
Şiiri temellendiren, hatta kelimelerden örülmüş sağlam bir örgü haline getiren etkenlerin başında ontolojik meyil olduğu açıktır: Nefis sahibi her insan için asla vazgeçemeyeceği, kendini var kılmak zorunluluğu… Şiirin hakikate yaslanan, hatta bağlanan yanı bunu ifade etmek içinse eğer; nihai aşama da nefsini terbiye eden bir olgunluğa ulaşmaktır. Kalabalıkların içi ne kadar yalnızlar içindir bunu bilir modern birey. Yalnızlıklar için de şiir bire birdir bunu da şair bilir. Dostoyevski’nin de söylediği gibi, “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır… Her şeyi anlıyorum ve bu beni öldürecek.”
Şairlerin, müteşair ve söz ustası zanaat ehli gibi davrandıkları, cari olan yapı içinde tüm eleştirilere rağmen vazgeçemedikleri zaafları vardır. Şiirin özünü üçe beşe bakmadan bir ortaoyunu figüranı gibi harcamaları. Karadenizli, Rumelili, Kayserili, Ermeni, Rum, Yahudi, Sarhoş, Bekçi. Hepsinden bir miktar ya da hepsi bir yerde. Sahnede bedensel kıvraklıklar ve mazrufu örtmek için zarf üzerine “dikkat kıvraklığı”. Bunu tiyatrocular yıllar boyu çalışarak elde ederler oysa. Bunlar abartıp şiirin reis-i cumhurunu bile seçerler! Hatta yüzyılın şairini bile seçerler. Şiire kendilerini pazarlama görevlisiymiş gibi davranırlar. Bir kez daha ve sağlam, titretip kendilerine, yani yitiklerine ulaştırmak gerek onları; bu da muhalif bir ahlak sahibine, (Süleyman’a) yakışırdı: “göğe uzatıp tanrısal kulaklarını/ vahiy bekler gibi ölü azizlerden/ şiir okuyor şairler/ gecenin müstehzi bakışı/ henüz dokunmuyor narin ruhlarına/…/ ne kadar hüzünlüler ne çok yorulmuşlar/…/ kendilerine gülümseyen kediler gibi.” (Şiir Gecesinde Şairler)
Şairin varlık olarak içine doğduğu hayatı, kendisine sunulan yaşama formunu ve kendisinin oluşturduğu yaşama formunu, anlamlı/anlamsız kılma isteği, belki de bununla yüzleşmesi. Önünde olan olumsuzluklara ve insan aklıyla üretilmiş olan cari sisteme karşı aldığı tavır, geliştirdiği savunma refleksi. Her insanın yapısı farklı olduğu için, bu mekanizma bazen saldırı şeklinde de tebellür edebilir. Hem sistemi hem de toplumun normlarını yerden yere vurabilir. “büyük bir şiirin içinden konuşuyor gibisin/insanları sevememeyi öğrenmişsin/ sıkıntının inceliğisin.” (Zamanımızın Bir Kahramanı)
Esasen yeryüzünde tanımlanmış bir amaçla bulunmaktan mütevellit sancıların, zamane ile çatışık sonuçlara yol açması, şairi idealin olmasa da gerçekliğin dönüştürücü öznesi olmaya zorlar. Çünkü şiirden kurulan her bir form estetik bir güzellik ve inceliği peşin peşin ortaya koymayı amaçlar. “Aşk, diye bilinen yüzük lekesi/ Kalbimize çiviyle kazınan/ Her harfini bildiğimiz hayalsin sen/Ayırma yalnızlığını bizden.” (Sevgili Öyküler)
Ortalama hayat tarzının, şairi sınırlama eğilimi, onda hayatın bizatihi kendisine ve sistemsel getirilerine karşı bir zorlamanın psikolojik kırılmalarını ortaya çıkarır. Hayatın önüne çıkardığı cerbezelerle yüzleşme şekli, onu evvelemirde kendini tanıma ve tanımlamaya götürür. Bu yolculuk şairin şahsi tekamül evrelerini bir bir yaşamasını zorunluluk olarak vaz etmiştir. Bu en başta insanın kişisel gelişimidir. “Ben onu hayattan geçerken gördüm/… oturduk sofrasına şu beyhude günlerin/… ben onu kalbime bakarken gördüm.” (Hasbelkader)
Şair kendi içindeki savaşta yitme lüksü olmayan insandır. Sadece kendini ilgilendiren içsel bir sorunu ve bu meselelerle mücadelesini farkındalık olarak sunarak şiirin özü olan şuura yaklaşmış sayılamaz. Bu içsel savaş sonuçlarının önemli olması, sosyal bir öz yakalanması bakımından, sosyal öz’deki yaraların teşhisi bakımından değerlidir… Sosyal yaranın yanında bulunmalı, yarayı sağaltmalıdır. Mazlumun, mağdurun, masumun ve aşkın yanında bulunmalı, statükoyu silkeleyen, tehdit eden bir güç olmalıdır.“Mesnevi okuyup sigara içen mütesettir kızlar kiminle evlenir Erkan?/ Mavi Marmara’dan galip dönen İslamcılarla mı?/ Risale-i nur talebeleri değil Erkan olur mu?/ Bak ben severim onları da onların evliliğini de/ Onların yumuşacık Müslümanlıklarında semirttikleri saadetlerini de”
İnsanı merkeze almak, insandan uzayan sosyal bir boyut yakalanması adına önemlidir. İşte şiirin varlık olarak, sağlam bir metin olmasının sırrı buradadır. Şairin kendi olması, kendi olarak kalmaması ile sağlanabilir. Çünkü asl’olan kendini yok edebilme eşiğine ulaşmaktır. Kendini/nefsini yok edebilmenin sosyale gömülmek olmadığını yinelemek şarttır bu noktada. Şair kendi gerçekliği üzerinden içinde yaşadığı sosyal yapı ile bağ kurmak durumundadır. Sosyal bir varlıktır nihayetinde. Eğer kendi gerçekliğini kutsamaya başlıyorsa şair, ben tuzağındaki sanal tahtına kuruluyorsa, içinde yaşadığı yapı ile arasına ördüğü duvar, toplumla kopan bağı, onu sırça sarayında erittikçe, şiiriyetini ve ahlakını da eritir. Oysa kişisel gerçekliği ile sosyal gerçekliğin bağı gün be gün sağlamlaşmalı, şairin durduğu yer sosyal yapı ile kesişmelidir. “Biraz monna biraz rosa yani aşkı nasıl servis edeceğini iyi bilen/Kitaplarda saklı yaralar gibiyken o kızların yüzleri/ Sadra şifa şeylerden güneşin gördüğü şeylerden bahseden/Aşkı 12den vurup o yüzleri yere seren”
Kendini soyutlayan her şairi, kendini yineleme tehlikesi bekler. Hayatla sıkı bağlar kurmaktan gelen ayrımdır, şiirin ve şairin farkı. Bir diğer tehlikeyi de burada ifade etmek gerekiyor. Şairin kendisine itibar ve anlam kazandıracak dünyevi oyunlarla iştigali ve bu esnada şiiri bir meta olarak kullanması, şiirin/şiiriyetin hakiki/sahih alanına saldırıdır her yönüyle. Şairi koruyacak olan da yukarıda sözünü ettiğimiz gerçekliktir. Yani nefsî olanı, dünyevi olanı, moral değerler bakımından kabul edilebilir ölçülerde tutmak ve sosyal yapıyla bağdaştırmak. Bu tasavvufta fena fil ihvan olarak karşılanır. Fena fil ihvan içeriğinde taşıdığı şeyler bakımından modern insan/şair için bir çeşit sigortadır. Diğer yandan dünyevi meşguliyetler, moral değerlere giden kapalı yolları açmak içindir. Yoksa maksat dünya değildir. Nefsin bencilliğini ve serkeşliğini kırmanın yegâne çaresi; Fena fil ihvandır. Eskiler diğergam olmak derler. Kardeşler için kendini yok etmek. Kendinden yola çıkan şair ulaştığı yerde kendini bulamamalıdır. İçinde yok olduğu bir şiiriyete ulaşmalıdır. Ulaşılması gereken bu yer, bir tavır almanın somut alanıdır, modern yaşama biçimine karşı. Bu tavrın adı; insanlığı harekete geçirecek sağlam ve gerçek şiire olan ihtiyaçtır. “Ben henüz ölmemiştim ellerimde salıncak/dağların Kürtçe’sinde mosmordu intiharlar/bir ova bir rüzgarı sorgulardı çırçıplak/…uzak kış uzak insan uzak ekmek uzak tan/hem sana delirirken bulurdum esenlikti.”
Ethem Erdoğan, Yediİklim Dergisi
İZDİHAM