Ezgi Özcan bu hikayesiyle ilk kez İzdiham’da yer alıyor.
Kasyun Dağı çikolatalı bir tatlı gibi gözüküyordu… Sanki bir el, çikolatalı tatlının üstüne serpiştirir gibi pudra şekerini dökmeye devam ediyordu. Ellerim üşüyordu, nefesimle ellerimi ısıttım. Birkaç tane kar tanesi elime kondu ve nefesimle eridi. Dedem köstekli saatini cebinden çıkardı, hava hala karanlık sayılırdı, kibriti tutuşturdu ve saatin içindeki tüm rakamlar aydınlandı. ‘’Gelir gelir o kadar da yağmıyor’’ dedi. Kibrit sönmeden sarma sigarasını tutuşturdu, dedemin her nefes çekişinde yüzü aydınlanıyor, sonra gri bir duman kaplıyordu etrafını, dedemin öksürük sesine aynı onun gibi boğulmak üzere olan bir motor sesi karşılık verdi. İstanbul Otobüsü’nün farları bize göz kırptı, biz el salladık, dedem sigarasından bir nefes daha alıp izmariti karın üstüne attı, otobüs sert bir frenle biraz ötede durabildi. ‘’Hadi koş, koş’’ dedi. Ben koşarken dedemi geride bırakmıştım, benden birkaç yaş büyük bir erkek çocuğu otobüsün kapısını açtı. Dedem nefes nefese kalmıştı: ‘’Arkada bir emanet var, he biraz geri gel…’’Şoför oğlan çocuğuna işaret etti: “Erkek çocuğu! Hadi sen de yardım et de taşıyalım.” Dedem“Bunlar taşıyamaz! Sen in de yardım et”dedi.
Şoför yüzündeki rahatı kaçmış ifadeyle yerinden kalktı. Yerde boylu boyunca uzanmış bir tabut duruyordu, dedem “İncitmeden taşıyalım.” dedi. Şoför ‘’Bunu alamayız baba sen delirdin mi?’’ diye tepki gösterdi.
Bunu alacağız yolda mı bırakacağız? Dedemle şoför tartışırken, otobüsten bir yaşlı adam aşağıya indi, “Hadi hadi, Bismillah” deyip, tabutun bir ucundan tuttu diğerinden de dedem, tabutun bir yanı havada kaldı ve aşağıya doğru eğilmeye başladı, şoför de omuz attı ve otobüsün bagajının kapağının önünde omuzlardan yere indirildi. Bagaj kapağı açıldı ve dedemin deyimiyle incitmeden onu oraya yatırdık. Herkes bize baş sağlığı diliyordu, dedemin ve benim pasaportumuz vardı ama onun yoktu. Sınıra gelmeden sizi indireceğiz tehditlerine, otobüsün en ön koltuğunda oturan adamın El Fatiha demesiyle tüm ses kesildi. Duanın ardından ellerimizi yüzümüze sürdük, ben “Dallin” derken dedem “Âmin” demişti… Bu defa beni geçti, Âmin.
Otobüs kar fırtınasının arasında ilerliyordu, bazen lastikler sağa bazen de sola doğru yalpalıyordu. Arkadaki iki erkek çocuk birden kavgaya tutuştu, annesi Ermenice babası Arapça bir şeyler söyledi çocuklar kimseyi dinlemiyordu, ufak olan ‘’Ama o suçlu hep onu tutuyorsunuz’’ diye söylendi. İşte tam o anda hikâye başladı, sanki biri dedemin tuşuna basmıştı.‘’Habil ve Kabil’in doğduğu topraklar, ilk cinayet ilk kötülüğün kanı, Habil kıskançlığıyla Kabil’i öldürmeseydi yeryüzünün ilk katili olmayacaktı. Otobüs bile sağa sola yalpalamayı bırakmış, dedemi dinler gibi usluca hareket ediyordu… “Kardeşler arasında kin olmaz, nefret olmaz.’’ diye devam etti. Herkes pür dikkat dedemi dinliyordu. Ben ise onun devam ettireceği cümleyi yüzlerce kez dinlemiş ezberlemiştim. ‘’Kim bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır. Yaptığımız kötülük de iyilik de en sevdiğimizedir.’’
Otobüsteki derin sessizliği büyük çocuğun alkışı bozdu. Kavgaya sebep olan fotoğraflı dürbün otobüsteki boş koltukta tek başına duruyordu. Daha önce komşunun oğlunda bakmıştım, Hac fotoğrafları vardı. Koltuktaki dürbünü babaları bana uzattı. Gözüme doğru yaklaştırdım, Şam, çarşılar, camiler, meydanlar, makinenin içindeki değişen fotoğraflara baktım. Otobüs derelerin ırmakların üstünden geçti, şehirleri dolaştı, mola yerlerinde durdu. İki sefer Güneş doğdu, iki defa gece oldu. Ben de gözlerimle geride bıraktığım ve hiç gitme fırsatım olmayacak ülkeme bakıyordum. Yol kontrol polisleri bizi durdurdu… Tabuta bakan olmadı. İstanbul’a vardığımızda, en çok tabutun içindekini merak ediyordum. Otobüsten inerken, oyuncağı çocuklara verdim, ufak çocuk tam elini uzatmıştı ki babasının ‘’O oyuncak onun, size yenisini alacağım’’ cümlesi sopa gibi eline vurdu; elini geri çekti. ‘’Senin olsun” dedi. Makineyi boynuma astım, onlara el salladım, gülümsedim, vedalaştım.
Tabut yine başımıza bela olmuştu, otobüs garının içinde kocaman tabut ben ve dedem kalmıştık. Bir de boynumda asılı duran dürbünlü fotoğraf makinesi. Dayım bizi almaya geldi, bizi bu karmaşadan çekip alacaktı;“Hadi eşyalarınız nerde” dedi? Dedem arkada duran tabutu gösterdi. Dayımın şaşkınlığı ve etrafımızdan geçenlerin durup dua etmesi, beni iyice meraklandırdı. Kim vardı bunun içinde?
Dayımın tek katlı bahçeli evine girdik, dedem önde, dayım arkada birkaç tane de tanımadığımız adamla birlikte sırtlamışlardı tabutu. Adamlar giderken dua ederken, dedem sakince teşekkür etti. Dayım söylenmeye devam ediyordu, dedemin yaşlandığını o an fark ettim. Dayıma bir şey söylemiyor, otobüstekilere kafa tuttuğu gibi karşılık vermiyordu. Bahçenin ortasına tabutu koydular. Dayım dedeme sert bir şekilde bakınca dedemin dişlerinin arasında sıktığı tüm kelimeler dökülmeye başladı “Madem beni buraya getirdiniz, öldüğümde kendi toprağıma gömün!”
Tabutu özenle açtı ve içinden Şam’daki evimizin bahçesi çıktı; birkaç boynu kırık menekşe, kırmızı yedi verenler. Tabutu bahçedeki toprakla doldurmuş. O an tabuttan dökülen bahçeyi görmeliydiniz. Beni İstanbul’da dayıma bıraktıktan sonra dönecekti, dönemedi… Çiçekleri ektik mezarına hepsi tuttular. Dedem İstanbul’da çiçek oldu. Eski eşyaları karıştırırken bulduğum dürbünlü bir fotoğraf makinesi böldü gecemi ortadan ikiye. Biz Şam Otobüsü’nden ineli otuz sene oldu, ne çiçek kaldı Şam’da, ne dürbünlü fotoğraf makinesindeki fotoğraflara bakan çocuklar.
Ezgi Özcan
İZDİHAM