Feyza Özcan hazırladı.
-Bir tarafım semt radarlarına karşı radar, diğer tarafım ‘’Satmışım anasını, ben bu dünyaynın’’ şarkısı ile meşgul.
-Dağıtmaya çalıştığım tarafım, dipte bir yerlerde, sislerin arasına gizlenmiş bir deniz feneri gibi uzak ve basur gibi sinsice, sessiz sedasız çakıp dönüyordu.
-Ayak seslerinize rağmen, harcandığınız semtler vardı. O mekanlara uğramazdınız.
-Ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden.
-Kafayı yemek için, üzerinde dönüp durmak ve dönüp durulan yeri oymak için bir tutunma noktası bile yoktu.
-‘’Müzeyyen’’ dedim fısıldayarak, ‘’Müzeyyen, ben ölüyorum.’’
-Her şey benden önce olmuşsa, bana olacak bir yer, durum kalmıyor muydu? Bana ait tek kişilik iskemle, oda yok muydu bu dünyada?
-Ne olmuştu da ‘’Seninle dünyanın her yerine gelirim,’’ diyen Müzeyyen, durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı.
-Nerelere gidiyordu, gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı?
-Bir eli omuzumda, diğeri çenesinde, bir yerlere dalıp gitti. Nefes bile almıyordum. Eli orada kalsın istiyordum. Kalsın bana dönsün, sessiz bir ‘’ Ne?’’ desin.
-Midemde soru işareti vardı. Yakıyordu.
-İçimde bir zehir birikti. Dilimin ucunu bir şeyler yaktı. Döndüm ‘’ Zehir’’ dedim zehre, ‘’bana fazla geliyorsun kaldıramam ben seni.’’
-Birileri kırmızı bir pelerin sallıyordu bana. ‘’ Haydi gel, sapla’’ sesiydi bu.
-‘’ Niye ulan, niye?’’ Alnımızda ‘’ Her nevi yanık tedavi edilir’’ mi yazıyordu? Nöbetçi eczane mi açmıştık? Kaporta mı tamir ediyorduk? Niye?
-Şarkıları, acil çıkış kapılarını bulamayanların ve aramaktan vazgeçmiş olanların, koşulları yırtamadığı için kendini yırtmışların ruhlarında yeraltı nehirleri gibi akan Samsunlu Orhan abim işi biliyordu: ‘’Kula kulluk edene, yazıklar olsun.’’
-‘’Müzeyyen’’ dedim, ‘’sende hicran yarasından derin yara mı var?’’ Verdiği cevabı alıp, suda eritip, yemeklerden sonra bir kaşık: ‘’ Ben böyleyim.’’
-‘’ Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku,’’ dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.
İZDİHAM