Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar Kitabından Alıntılar
“Ne hayatı varmış kentlerde? Varsa bile size var ! Ne geçiyor eline bizden oraya gidenlerin? Ne olabiliyorlar? Kapıcı, çöpçü, hızmatçı, dutma … İstanbul-Ankara’daki avratların sidikli donlarını paklayıp, apartman yapılarını, garacları, caddaları bekliyorlar. Sırtlarıyla taş çekip han apartman yapıyorlar. Emme içine girip oturamıyorlar. Bekledikleri dükkenlerin hiçbiri kendilerinin değil. Pakladıkları sidikli donlar, bulaşıklar hep başkalarının ! Biz dünyaya çöpçü, hızmatçı olmaya mı geldik Emin bey? Burda acımdan ölürüm, gene gitmem o donuz kentlere ki çöpçü, hızmatçı olayım! Diyorsun ki, taş devrinden kalma yimekler, tunç devri nden kalma fitilli lambalar, kağnı, karasapan, tuluk … Senin bir şeyden habarın yok Emin beyim! Yazıyorsun iki çızık, alıyorsun bin, iki bin! .. Bu gidende bizim yidiğimiz yimekleri bulamayanlar da var! Yataklarımızı dersen, eyi kötü biz yatarız be efendim! Eyisini buluncaya kadar kötüsüne eyvallah ! Diyorsun ki, fitilli lambalar … Tuluk suyu demene de karşılık vereceğim : Tuluğun değerini bilen bilir … Ondan sonracığıma, sen ölçeriyorsun ki, komşular köyleri bırakıp kentlere yörüsün! Yörüsün arkadaş! Yörüyenlere dur deyen yok zati ! Emme köyler boşalmasın … Köyler boşaldı mı hepimiz boku yidik Emin beyim ! Ulusun milletin kaynağı, beşiği, köyler değil mi? Bu kaynağı kurutup, nerde üreteceksin milleti? Köyü söndürdün mü memleket söner beyi m! Elleme giden gitsin, yörüyen yörüsün. Emme kaynak kurumasın. Daha o gidenlere seviniyoruz biz. Neden deyecek olursan, okuyup amir mamir oluyorlar. Hiç olmazsa bizim dilimizi biliyorlar! Biz de onların dillerini biliyoruz. Baksana şu ballarımıza : Kadastro .. . Ne demek kadastro? Meteoroloji Rasat Cihazı? Ne bu? Kasabada bir dayranın kapısında yazıyormuş, Irıza söyler: Malarya Eradikasyonu! Emin beyim, biz Türküz hamdolsun ! Dilimiz de Türkün dili. Bize diyorsun ki, kadınlar görgüsüz, erkekler bilgisiz … Haşa ! Hiç kabul etmiyorum! Biz kendi görgümüzü, kendi bilgimizi biliriz. Hemi eyi biliriz! Ama sizin görgüleri bilmeyi z. Emme siz de bizimkileri bilmezsiniz. Bak, yere bağdaş kurup oturabildin mi? Biz diz bile çökeriz! Masa sandalle deye tuz yumurtlattın Battal’a … Dal öğlen bir seet uyumadan edemiyor hiçbiriniz. Uyku dediğin geceye masus … Eee hani görgülüydünüz siz? Sen sade kendi görgünü biliyorsun. Emme senin görgün mü eyi, benim görgüm mü? Orası ayrı. Sen Gazi Kemal’i duydun, ben gördüm. “Memleketin efendisi, başkanı köylüdür !” deye neden dedi Gazi Kemal? Çünkü Kurtuluş Savaşını köylüler kazandı. Eğer varısa yarın cennete de köylüler gidecek. Neden? Çünkü köylüler sade kendilerinin değil, tüm milletin ekmeği için çalışıyor… Bir var ki, harp darp, sonra da seçim saçım, ağalar, beyler … anasını sinkaf etmiş köylülerin ki, belini alıp doğrulamıyor garipler … »”
…
“Güneş,Tozak kırına kocaman bir ateş dağı gibi çöktü. Tozak kırı yanıyor. Taçları koncayken solmuş gelingüvey otları, kuşekmekleri, çobançantaları, koyungözleri tamtakır kurumuşlardı. Bir deri bir kemik yılanlar, tarla sıçanları, emecenler, zavallı yeşilistan böcüleri sinecek bir gölge girecek bir delik arıyorlar. Kanları buhar olup uçmuş serçe kuşları ateşler içinde yanan toprağa düşüyor. Lokma lokma ölüyorlar. Toprak yanıyor…”
…
“Belki altmış, belki yetmiş yıl önce Tozak’ta doğmuş; altmış yetmiş yıldır kah yeni doğan taylar gibi koşarak, kah üç örgülü saçlarını döşüne döküp Cennet kuyusundan, körelmeden önce Ümmet kuyusundan su çekerek, doldurduğu tulukları sırtına vurup şu yassılıp duran evlerden önce birinin, sonra ötekinin kapısına taşıyarak; bir yıl Tozak kırında, bir yıl Avşar yolunda dört büklüm orak biçerek; yırtık yamayarak, sökük dikerek; düğün olmuşsa halay çekerek; sel gelmişse çırpınıp ağlayarak; uzun askerlik yıllarını, savaşları, seferberlikleri bu «yıkılası damlar» ın altında uykusu gelmeyen bir serçe kuşu gibi bekleyerek, kocasının kendisi mi, künyesi mi gelecek hiç bilmeyerek; kendisi geldiği yıldan beri hep onun yanı sıra yürüyerek; doğurduklarını büyüten, büyüttüklerini uçurup komşu evlere, komşu köylere konduran; bir gün bile işten kalmadan, bir gün bile «beş takka» fazla uyumadan, bir gün bile «beş takka hulya» kurmadan, bir gün bile güneşten arkaya kalmadan, köyden dışarı bir kerecik olsun adımını atmadan, bazı erkeklerin, Yüzbir’de duran «otopos»lara, «minipos» lara binerk gittikleri kasabaya bir sefer bile gitmeden; hep aynı aşları pişirip aynı ekmekleri ederek; azarlanınca susan, sevilince utanan, küsülünce «barışmam, barışmam !» diye yükünü yücelere yığmadan; şu dağ yelleri gibi kah esen, kah tozan, günü gününe uymayan Kır Abbas’ın yanı sıra, böyle sabırla, böyle sessizlikle, geride kalmadan yürüyüp gelmişti… Gene yürüyordu…”
…
“Zati seçimin ne nüzümü var Emin beyim !» diye Kır Abbas atıldı. «İki yıla bir seçim, üç yıla bir seçim … Her köye bir sandık koyuyor. Her sandığa bir başkan. Her başkana 120.lira para! Türkiye’nin gökte yıldız kadar köyü var. Ne demek bu? Bu Türkiye’nin aklı yok mu Çelik beyim? Öyle yapacaklarına, versinler köy başına yüzer lire, alsınlar bizim oylarımızı, istedikleri sandığa tıksınlar, bitti !. .» «Ama baba!. .» dedi Demir bey. «Mesele senin bildiğin gibi değil! Millet seçim istiyor . .. «Eh! ..» dedi Kır Abbas. «Millet seçim istiyorsa hökümet ne bok yisin! Millet ben ikilik üçlük istiyorum, otuz evli bir köyün kırk parçaya bölünmesini istiyorum, imam Halkçı deye Demokratların ayrı yerde namaz kılmalarını istiyorum, camilerin içine ip çekilip ikiye bölünmesini, dahi içine iki dene soba kurulmasını istiyorum derse, sen ben hökümet olsak ne yapabiliriz ?”
…
“Sen onlardan, afiş, broşür, bilgi iste … versinler. Emme çubuk isteme, tohum isteme … Sen bırak hükümeti Kır Abbas. O doğru dürüst sınırları beklesin, yeter. Çubuğunu, çekirdeğini kendin bul arkadaş. Yeter ki o sana engel olmasın… Bunu da büyük bir devlet bil…»”
…
“Onlar bu milletin «yandan sürme»leri. Mahallebi çocukları. Gülerin, tüllerin içinde pış pış büyümüş onlar.. Çoğu anasının südüyle değil, emzikle, inek südüyle büyümüş. Korkak, pısırık, nazik! “Pardon mösyö”, “Vıy madam” … Okumuşlar, Londra, Faris, Atina, gezip tozmuşlar. Ama bilmezler senin Sarıkızlı’ nı, Tozak’ını; halkı, milleti. Bilmezler dört mevsimin ayrı ayrı çilesini. Yazın susuz tarlalarda, kurakta; kışın çamur yollarda, suların böldüğü köprülerden düşe uça; yarlardan yamaçlardan yuvarlanarak; kanadı kırılıp yollarda kalarak; iki çuval buğdayın nasıl ekilip biçildiğini, nasıl kasabaya ulaştığını, nasıl fırınlarda ekmek olduğunu bilmezler. Karıları kızları, hemi de kendileri sanırlar ki, biz aylık alıyoruz, fırıncılar da para kazanmak için hamurları yoğurup, pişirip camekanlara diziyorlar. Onun için böyle dans oyunlarıyle, bordo şaraplarıyle vakit geçiriyorlar … »”
Fakir Baykurt, Kaplumbağalar (1967)
İZDİHAM