Mart sonları, soğuk bir gece. Gece yarısı. Taksim, AKM’nin önünde dolmuş durağı. Bostancı Sahil hangisi? Geç abla, geç arkaya. Geçeyim, ama durakta bekleyen? Siz Ziverbey mi? Hayır efendim, Sahil. Buyrun o zaman. Ben bekliycim efendim. Yün şapkası ile atkısı takım, gözlüklü bir kadın. Ben de gözlüklüyüm, ama o sarhoş değil. Ben de değilim. İyi ki rakıdan önce Sedergine içtim. Bir tane de eve gidince içerim, sabaha bir şeyim kalmaz. Kadın çantasını omzuna çapraz asmış, bir eliyle sapına, öbür eliyle çantasına yapışmış. Sınır bekçisi. Kimse giremez, kimse çıkamaz. Zaten girmiyor dolmuşa. Ben, evet ben giriyorum. Ben sınır sevmem, eşik severim. Hayatımız eşik. Biniyorum. Son yolcu benim. Arka sırada, sağ cama ve birbirlerine yapışık oturan iki genç kadın. Minibüsün soluna yanaşsanız ya! diyorum bakışlarımla. Bir de değil, iki kişiler. İkisinin dizlerinin üzerinden tırmanıp aradaki boşluğa geçmem ayıkken bile zor. Hele şimdi, diyorum, yine bakışlarımla. “Biz erken ineceğiz de,” diyor içeri tarafta oturan. Bakışlarıyla değil, yüksek sesle. Kot pantolonlu bacaklarını iyice sağa öbürününkilere yapıştırıp bana yol verirken yukarı doğru bakıp dudak kenarlarını büzerek biraz hınzır, biraz mahçup gülümsüyor. Birine benziyor. Gülüşü tıpkı biri, ama kim? Ben de gülümsüyorum. Ağzımı sıkıca kapatarak. Nane şekeriyle kimi kandıracağım? Soluğumu burnumdan veriyorum. Sol cama yapışık oturan bir başka kadın var. Ne yaşı, ne yüzü belli. Karanlık camdan dışarı bakıyor. Araya sıkışıp oturuyorum. Şoför değnekçiye lirayı veriyor. Aralarında anlamadığım bir muhabbet. Gerçi fazla laf edilmiyor, ama kaş-gözle işaret durumu. Orta sıradaki üç yolcu ile en öndeki de muhabbete dahilmiş de bir tek ben dışındaymışım gibi. Ben değil, biz. Biz arka sıradakiler. Muhtelif yaşlarda dört kadın. Birinin yaşı belli değil. Solumdaki. Şimdi solumda. Binerken sağımdaydı.
Sağımı solumu biliyorum. Sarhoş değilim. Öndekilerin hepsi erkek. Önde dört erkek. Arkada dört kadın. Muhabbet buna dair mi? Şoför gazlıyor. Duraktaki gözlüklü kadın arkadan yanaşan boş dolmuşa yöneliyor. Bize tuhaf bir bakış atıyor.
O da dahil, benden önceki mevzuya, her ne idiyse ona. Aman neyse ne. Hiç kafa yoracak halim yok. Uykuyla uyanıklık, sarhoşluk ile ayıklık arası o eşikteyim. Çok tuhaf, çok tanıdık bir yerdeyim. Bir garip seherdeyim. Çok Tuhaf Çok Tanıdık. Bu kitabın adıydı. Tabii hatırlıyorum. Daha yeni okudum uçakta, bir solukta. Kitabın adını hatırlıyorum. Demek ki sarhoş değilim. Vesikalı Yarim üzerine. Vesikalı Yarim film. Yönetmeni Lütfi Akad. 1968. İşte hepsini hatırlıyorum. Ne çok şey hatırladım, daha ancak Atatürk Kütüphanesi’nin önünden geçiyoruz. Şunu geçirebilir misiniz lütfen? Bende bütün 20 varmış, özür dilerim. Ağzımdan rakı kokusu yayılmasın diye elimi hafifçe siper ediyorum. Z’ler ve ş’ler yankılanmasın diye dikkat ederek konuşuyorum. Parasını vermeyen bir tek ben kalmışım. Sıra bana gelene kadar bütün bozuklar bitmiş. Daha önce verseymişim belki benimki de bozulurmuş ama şimdi artık insafmış. Herkes 20 verirse olur muymuş?
Eh, şoför de haklı elbette. Köprüde bozduramaz mısınız? Hayır efendim, Köprü’de bu saatte gişelerde nasıl bir kuyruk olduğunu biliyor muymuşum? OGS’yi boşuna mı taktırmış? Bozuk para gişesinde bekleyecek hali yokmuş. Ben susuyorum. Bir baksana sende bozuk var mı? Hayır, bunu ben söylemiyorum. Yanımdaki, sol değil, sağ yanımdaki cam kenarındaki arkadaşına söylüyor. Binerken sol taraftaydılar, şimdi sağımdalar. Ay ben de ne biçim uzattım, bu sağ-sol mevzuunu. İçim sıkıldı. Şuna kamera sağ, kamera sol desem, 180 derece kuralı desem, sinema gibi düşündüğümü söylesem daha kolaymış. Açı-karşı açı, şimdi yakın plana geçiyoruz: Sağımdakilerin ikisi de çantalarını açmışlar, benim bütün 20’yi bozacak bozukluk arıyorlar. Onların minicik, şık bozuk para çantalarına zorlukla soktukları yüzüklü, manikürlü parmaklarına bakıyorum. Minnet doluyum. Çantaları, dizleri. Dizleri de köşeli, parmakları gibi. Parmakları iri iri. Büyükanne senin ellerin neden kocaman? Anlat İstanbul filminin kırmızı şapkalı kızı havaalanındaki korkutucu adama soruyordu böyle. Adam, modern kurt. Aaa, yanımdaki kızı kime benzettiğimi birden hatırlıyorum. Anlat İstanbul’un ayakkabı numarası bazı kalıpta 40, bazı kalıpta 41 olan Sindrella’sı. Gece 12’ye çeyrek kala, Haydarpaşa Garı’nda. Fahişelik yaptığı bu şehirden çekip gidecek sevgilisiyle, ama pezevengi bırakmıyor gitsin. Sonra klarnetçi, hepsini tutsak eden şehrin kendisiymiş gibi, her şey sanki şehrin suçuymuş gibi bağırıyor avaz avaz: “Orospu İstanbul!” Orospu, fahişe, Cehennemlik Kadınlar: Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri. Simmel’in, Benjamin’in orospuları. Benim sağ yanımdakiler. Bedenleri erkek ama ruhları kadın. Anlat İstanbul’un Sindrellaları.
Ah canım, bunlar bu saatte işe gidiyorlar! Amma da çekilmez şimdi, bu soğukta, sokaklarda, karşına kim çıkacak belli değil. “Çok teşekkür ederim.” Benim 20’yi bozup verdiler. Kitaplar ve fahişeler – birinin sayfalarındaki dipnotlar neyse, ötekinin çoraplarındaki banknotlar da odur. Kimin lafı? Benjamin.
Ya Moskova Günlüğü, ya Tek Yön. Dipnotlu kitapları sevmiyorum. Ne okumasını, ne yazmasını. Ama artık fahişelerin çorapları yok, kot pantolonları var. Dizleri de yuvarlak değil. Köşeli, kemikli ve iri. İri dizleri, iri parmakları ve iri gözleri? Gözleri iri mi bilmiyorum. Sabiha’nın gözleri iri. Ama Sabiha filmde. Vesikalı Yarim. Bir de kitapta, Çok Tuhaf Çok Tanıdık. Bak hatırlıyorum. Bir kitap daha, Kara Kitap. Sabiha ile Halil Kara Kitap’ta geziniyorlar. Ama onu
şimdilik karıştırmayalım. Bozulmuş 20’den üç buçuk ayırıp şoföre yolluyoruz. Onlar benim 20’yi sonra aralarında paylaşacaklar belli ki. Pek de önemsemiyorlar. Seslerini fazlaca alçaltmaya da gerek duymadan işten güçten söz ediyorlar. Arabalar, markalar, dikkatsizlik edip dayak yiyen bir arkadaşları, ikili tekli tarifeler. Havadan sudan. Bu saatlerde Kalamış’tan, yarım kalmış alışveriş merkezi inşaatının önünden dolmuşla geçerken uzak ve korkutucu başka bir dünyaya aitmiş gibi görünen hayatları ne kadar aşina ve
yakın görünüyor şimdi. Hemen yanımda, abartısız sıradan. Demek Kalamış-Fenerbahçe kavşağında inecekler. Onlar orada cadde kenarında müşteri bekleyecekler. Ben oradan eve yürüyeceğim. Böyle dip dibe oturuşumuzu acaba hayal mi ettim diye düşüneceğim. Artık köprüden geçiyoruz. Boğaz Köprüsü. Köprüde rakı içerdik eskiden. Bu değil elbet, eski Galata Köprüsü. Yanmadan iki gün önce köprünün altında Ayşe ile karşılıklı. Bir öğle vaktiydi, işi asıp da gittiydik. Yukarıdan sallanan oltalar. Ya biri atlarsa? Ah Güzel İstanbul. Müjde Ar. Köprüden atlar, ölür. Vesikalı Yarim’in Sabiha’sı ölmez. Ölmez, şehrin üstüne üstüne yürür. Halil, Sabiha’nın sevgilisi, korkar, geri kaçar. Şehrin eşiğinden geriye, manav dükkânına döner. Anasının elini öper. Karısı ona yer yatağı serer. Halil şehre uzaktan bakar. Meğer Ahmet Hamdi Tanpınar da Halil’in evinin oralarda Kocamustafapaşa’da gezermiş, şehre hüzünlenirken, 1940’lar, 50’ler olmalı ama mevzuyu dağıtmayalım şimdi. Ahmet Hamdi’nin Vesikalı Yarim’de ne işi var? Olmaz olur mu? O dememiş mi Nurullah Ataç’a, benle tanıştırdığınız hanımlar fevkalade ama fazla hanımefendiler; ben kadının orospu hallisini severim, diye. Kadının orospu hallisi diye femme fatale hayal ediyor olmalı. Zaten dönem de uygun, 40’lar ve 50’ler. Sonra 60’lar gelir. Sabiha şehrin üstüne yürür. Bütün şehir vesikalı olur. Şehir dediğin, büyük şehirse hele, zaten vesikalıdır. Kadınlar evde kocalarını beklemezler, geç gelen kocalara yer yatağı sermezler. Sokaklarda gezerler. Gece yarısı tek başlarına dolmuşa binerler. Kimi karanlık camdan dışarı bakar, kiminin dizleri köşeli, kiminin nefesi nane şekeri kokar.
Kahpe Bizans, kaltak şehir, orospu İstanbul: Vesikalı Şehrimiz.
Feride Çiçekoğlu, Vesikalı Şehir kitabından
İZDİHAM