Finy Petra’nın Kuş Kadın Kitabını Mehmet Akif Öztürk Değerlendirdi
KUŞLARIN REHBERLİĞİNDE BİR AİLE YOLCULUĞU
Macar Edebiyatı ülkemizde çok bilinen bir edebiyat değil. Belli başlı bazı çevirilerden sonra ancak son yıllarda ülkemizde direkt Macarca’dan çeviri eserler görüyoruz. ‘Kuş Kadın’ da geçtiğimiz yıl dilimize çevrilmiş, Finy Petra’nın ilk romanı. Daha önce çocuk kitapları ve şiirleri yayımlanan yazarın bu ilk romanının ülkemizde yayımlanması, okurlarımız için güzel bir haber. İnşallah daha çok ülkeden daha çok eserler dilimize kazandırılır.
‘Kuş Kadın’, Aylak Adam Yayınları tarafından yayımlanmış bir roman. 235 sayfadan oluşuyor. Konu bakımından bir yönüyle özgün özellikler barındırırken bir yandan daha önce gördüğümüz roman konularıyla bir özdeşlik de gösteriyor. Romanın başkahramanı Lea Linger, annesinin ölümü üzerine aile sırlarını çözmek için bir arayışa, soruşturmaya giriyor ve bu süreçte birçok aile üyesiyle detaylı konuşmalar yapıyor. Bunların içinde babası, babaannesi, amcası, komşu kadın, annesinin ilk kocası, annesinin arkadaşı ve dedesi yer alıyor. Bu arayışın sebebi olarak, annesiyle ilişkisinin normal bir anne-çocuk ilişkisinden çok farklı olmasını ve annesinin trajik ölümünü gösterebiliriz. “Annemle ilişkimize has bir hâldi bu: Ya ondan korktum hep, ya da onun için; annem de ya benden, ya da benim için korkmuştur. Aman korku eksik olmasın.” Annesiyle ilişkisini bu şekilde tanımlıyor Lea Linger fakat hemen söylemek gerekir ki bu korku bildiğimiz tür bir korku değil. Daha çok anne-kız arasındaki samimiyetsizlikten ya da normal bir anne-kız ilişkisi olamamaktan kaynaklanan çekingenlik diyebiliriz bu duruma.
Lea Linger’in annesi Lili’nin hayatını incelemeden değerlendirme yapmak yanlış olacaktır. Hemen belirteyim, trajik bir roman bu ve kitabın her anında bu durum hissediliyor. Lili doğarken annesi ölüyor. Annesinin ölümü babasının da başlarda Lili’yle ilgilenmemesine sebep oluyor. Daha doğumunda hayata 1-0 yenik başlayan Lili’yi değerlendirirken belki de annesiz bir insanın psikolojisini de biraz bilmek gerekiyor. Anne sevgisinden mahrum büyüyen çocuklarda, yetişkin bir birey olduklarında sorunları çözmede yetersizlik, insanlarla iletişim ve ilişkilerde sağlıksız kararlar verme gibi davranışlar araştırmalarla sabit. Yapılan bir araştırmada 8 aylık bebeklere anneleri tarafından gösterilen sevgi ölçülüyor ve bu çocuklar otuz yaşlarına geldiklerindeki durumları değerlendiriliyor. Bebekken annesinden yeterli ilgi ve şefkat gören çocukların, büyüdüklerinde stres ve kaygı düzeyinin daha düşük olduğu belirleniyor. Ayrıca, özellikle anne sevgisi olmadan büyüyen çocukların büyüdüklerinde güvensiz bağlanma yaşadıkları, duygularını yönetmekte zorlandıkları, kendilik algılarının zarar gördüğü, güvensizlik yaşadıkları, sınırlara uymakta güçlük yaşadıkları, iç dünyalarının sürekli çatışma durumunda olduğu da görülüyor. Bu durumları yazar, romanında başarılı bir şekilde işlemiş. Özellikle Lili’nin eşlerine ve çocuğuna bağlanış şeklinin yeterli ve dengeli olmaması, iç dünyasındaki gelgitler, çocuğu Lea Linger’e de yansıyor. Annesi kadar olmasa da romanın başkarakteri Lea Linger’in de dengesiz bir ruh halinde olduğunu görüyoruz.
Lili’nin bir bağımlılığı var: Kuşlara tutkun. Bağımlılık derecesinde. Ve bu yüzden hem kocasını hem çocuğunu hiçe saydığı zamanlar oluyor. Bir kuş peşinden giderken adeta dünyadan kopuyor ve kendini o kuşu yakalayıp ayağına halka geçirmeye adıyor. Fakat Lea’nın, yani bir çocuğun gözünden bakınca olay oldukça trajik bir hal alıyor: “Bu anıda da annem anneye benzemiyor. Olsa olsa hasta bir kadın diyebiliriz. Kuşları insanlardan daha çok seven; öz kızından bile.”
Roman, sanki iç içe geçmiş halkalar şeklinde oluşturulmuş: Fiziksel olarak annesiz büyüyen bir kadın ve onun ruhsal olarak annesiz büyüyen kızı. Zaten Lea 5 yaşındayken Lili intihar ediyor ve Lea Linger hem fiziksel hem manevi olarak annesiz kalıyor. Yirmi sekiz yaşına geldiğinde ise hayatının kör noktalarını aydınlatmak için araştırmalara başlıyor. İlk önce hatırlayabildiği kadarıyla kendi anılarından işe başlayan Lea, daha sonra büyükbabasından başlayarak diğer aile üyelerini geziyor ve bu süreçte birçok sırra vakıf oluyor. Bu bölümlerde oldukça sarsıcı gerçekleri de öğreniyor. Bu durum okur nezdinde de olumlu bir durum çünkü temponun çok düşmesini engellemiş. Kitaptaki her anı bir kuşun, bitkinin veya başka bir hayvanın adıyla başlıyor ve bahsedilen hayvanın veya bitkinin özelliğiyle anlatılan anı arasında bir bağlantı kuruluyor. Yani anolojiyi kitabın her bölümünde görüyoruz: “Az sonra birbirlerine veda edecekler ve birbirlerini bir daha asla görmeyecekler, sıkı kardeşlik ilişkisi, birlikte paylaştıkları kuluçka yatağının sıcaklığı hayatlarından sonsuza dek kaybolacak; o kocaman sevgi onları hiç sarmamış gibi. Sonra bir daha görüşmeyecekler, karşılaşacak olsalar bile, birbirlerine hiçbir sıcaklık duymadıkları bir yabancıya bakar gibi bakacaklar. Bedenlerinin kokularını hiç solumamışlar gibi. Ve hatta rakip olacaklar, tozun içinde savrulup duran ganimetler uğruna birbirleriyle yarışacaklar.”… “Lili ne ayrılalım dedi ne de ilişkimizin bittiğini söyledi, tek yaptığı baykuşların uçup gitmelerinin öyküsünü anlatmak olmuştu.”
“Fanni tuvalete koşuyor. Ben de o süre boyunca küçük kukla müzesinde dolanıyorum. Tahtadan oyulmuş suratlar aynı anda hem alaycı hem acıyarak bakıyorlar bana. Alaycılar çünkü bu anı derleme işinin herkes için sancılı olduğunu hissediyorlar. Kimin kapısını çalsam merakım ve saçma sapan sorularımla canını yakıyorum. Herkes bana acıyarak bakıyor, anı toplamanın en çok benim canımı yaktığının farkındalar. Her bir görüşmeyle annemin acılarını tekrar yüklenmem gerekiyor” diyerek araştırma sürecini tanımlıyor Lea. Görüştüğü kişiler arasındaki en ilginç kişilik ve karakter babaannesi. Zaten birçok şey bu bölümde okurun kafasında netlik kazanıyor. Babaannesinin yanından, tanımladığı gibi daha da acı çekerek ayrılsa da hayatının kör noktalarını aydınlatmaya kararlı bir şekilde yola devam ediyor.
Yazar kitabın en sonunda Lea Linger’in değerlendirmesiyle bu arama sürecinin sonlandırıldığını belirtiyor. Başından sonuna kadar okuru kitabın içinde tutan yazar, tahmin edilebilecek bir sonla kitabı noktalıyor: “Çocukluğum boyunca unuttuğum ve içimde tuttuğum bütün acılar için. Yirmi sekiz yılın birikmiş her kederine. Ömrümün tamamına sinmiş annesizliğimin lanetine. Hiçbir dostun, hiçbir aşkın sevgisiyle dolmayacak bu boşluğa. Belki yalnızca kendi çocuğumun tutkuyla sarışı teselli edebilir beni, annem yaşarken bile dindiremediğim anne özlemini. Ölümüyle maruz kaldığım özlemin ağırlığını tarif etmeye kalkışmıyorum bile.”
Kitapta oldukça akıcı bir dil karşımıza çıkıyor. Çevirmen Sevgi Can Yağcı Aksel gerçekten çok başarılı bir çeviri ortaya koymuş. Üslup konusundaki sadelik ve konunun kısa cümlelerle anlatılması da okumayı çok kolaylaştırıyor. Olumlu bir diğer özellik olarak, yazarın karakterlerin alt yapılarını iyi oluşturduğunu, psikolojik özelliklerini ve tasvirini başarılı bir şekilde yaptığını söyleyebiliriz. Ayrıca kitapta olağanüstü ögeler de yer alıyor. (Örneğin, bir karganın, Lili’nin doğumundan ölümüne kadar onunla her yere gitmesi ve Lili’yi başına gelecek kötü olaylardan koruması) Bunlar, böyle bir kitapta sırıtmayacak şekilde kitabın içinde eritilmiş ve kitapla bir bütünlük oluşturmuş.
Bir Eleştiri
Özellikle Fransız klasiklerinde gördüğümüz kadar olmasa da, yazar yer yer betimlemenin dozunu ayarlayamamış ve benzetmeleri abartmış. Böyle durumların olduğu pasajlar okumayı o anlık aksatıyor fakat sonunda anlatım yine normale dönüyor.
Kitaptan Alıntılar
“Doğa şifanı verecek. Doğa her zaman insan dostu, insanlara benzemez o.”
“Sanırım birinin senin için ne anlama geldiğini, en iyi, başı beladayken anlıyorsun. Onsuzluğun ne demek olduğu ihtimaliyle dibine kadar yüzleşmek zorunda kalınca.”
“İnsanın neresiyle derdi varsa bedeninin o bölgesi hastalanırmış. O bölgeye ait çakrası. Öyleyse benim derdim kesinlikle üçüncü gözümle. Yani üçüncü göz çakramla. Ruhani hiçbir şey görmek istemiyorum demek ki. İlaç acı. Hapları susuz yutmayı da öğrendim. Başım çok ağrıyor, arazide her zaman elimin altına su bulunmaz, olan da resim için gerekli zaten. Bir tane daha yutuyorum. Beynimin içinde bir bomba patlatsam da, orada ne varsa kül olup savrulsa. Geçmişim hariç.”
“Bitirilmiş her iş, o dakika ölmüştür zaten.”
“Ömründe hiç dayak yememiş olanlar okşamaya yeltenen ellerden bile nasıl inleyerek kaçıldığını bilmezler.”
“Çok aptal bir araya gelince fazlasıyla akıllı olabilir.”
“Kederi iyi edebilecek hiçbir şey yok; ölümden gayrı.”
“İnsan en çok rahatsız olduğu şeyin esprisini yapar.”
“Yalnızca kendisiyle meşgul insanlar aldatıldığının farkına varmaz.”
Mehmet Akif Öztürk
İZDİHAM