19 Haziran 2024

Gamze Çakıroğlu, Berzah Sofrası

ile izdihamdergi

O topraklardayım. Soyumun büyüyüp, yetiştiği topraklarda… O mis kokuyu içime çekiyorum, ciğerlerim yerinden çıkıyor adeta. Bereketli topraklar, hani bize Allah-u Teala’nın rızıklandırılmamızda vesile kıldığı, dedemin toprakları… O şimdi yok. Kapının diğer tarafında… Bizde vesile olan dedemin topraklarının, bolluğundan, bereketinden faydalanıyoruz. Hamd-ü Sena’lar olsun Rabbime. Gece oldu, kapının önüne bakamıyorum. Ne zaman teşebbüs etsem sağ tarafa bakmaya, hep hüzün, hep acı…Kocaman bir araba düşüyor aklıma… Ebatı kapıya sığıyor, ama ruhuma asla… Üçüncü kez o arabayı gördüğümden beri sanki kendi ruhumun Nuh tufanını yaşıyorum. Savruluyorum, korkuyorum, ruhum çok aç, bir yandan da çok acı çekiyorum. Ama beni bu tufandan çekip çıkartacak tek şey inancım… Onu kaybetmemek için sessiz sedasız haykırmayı öğreniyorum. 

Geceleri yazın bile çok soğuk geçen Çakırlı mahallesini yağmur bastırıyor. Sanki ağaçlar, tüm bitkiler dile gelmiş, ”Bizi suya doyur Ya Rabbim!” demiş… Rabbim de dualarını kabul etmişcesine, dolu dolu yağan rahmet bastırıyor Çakırlı mahallesini… Sevdiklerimin arkasından, o büyük ve soğuk arabanın ardından, dökemediğim tüm gözyaşlarım sanki bir rahmete dönüşerek, Çakırlı mahallesini suya doyuruyor. Mümkün olsa, ancak bu kadar ağlayabilirdim herhalde… Gözlerimin dökmesinin mümkün olmadığı o rahmeti, gökyüzü ile birlikte, ruhumla akıtmaya başlıyorum. Derken gözlerim, semanın ağlayışından yorgun düşüyor. Bir halle halleniyorum. Hangi alemdeyim bilmiyorum. Ama kendi tufanımın ortasında, ahşap bir kapıya doğru gidiyorum. Önüne geldiğimde, kapı kendiliğinden açılıyor. Tam eşiğindeyken, önüme çıkan eve hayretle bakıyorum. Babamın doğup büyüdüğü, babaannemin gelin geldiği, dede yadigarı eve; bir alemde başka bir ahşap kapıdan giriyorum. Ev son gördüğüm, içinde olduğum zamanki halinden çok daha farklı… Ben bu kapıdan geçmeden önceki aynı yerdeyim. Üzerimde dünya aleminde daha önce hiç görmediğim yeşilin tonlarında, uzun, yakalı bir elbise… Birilerini bekler heyecanıyla iniyorum merdivenlerden… Öyle ki ev sanki hızımdan başıma yıkılacak. 

Kapıyı açıyorum, bir adam, bir kadın… Kadının kucağında bir bebek.

”Buyurun, hoşgeldiniz. Ben de sizi bekliyordum.” diyorum. Tanımıyorum ama öyle sarılıyorum ki, yüreğim vücudumun dışında atıyor. Adam, uzun boylu, çekik gözlü, sert bakışlı, saçları yukarı doğru çok gür. Sanki bir konuşsa, heybetinden ev sarsılacak. Ama aynı zamanda, duruşundan da merhamet dolu bir yanı var. Kadın, kısa boylu, beline kadar uzun saçlı, yalandan bir eşarp atmış başına. O kadar tedirgin ki, sanki bebek onun bebeği değilmiş gibi. Bebeğe bir bakışı var, sanki başka bir annenin yadigarıymış gibi. Bebek bir derviş sarığıyla kundaklanmış, kundağından yana sarkan küçük bir heybesi var. Heybe küçük ama çok derin… Kapıyı açtığımdan beri, evi saran bir misk-i amber kokusu, bebeğe yaklaştıkça artıyor. O zaman anlıyorum… Ben bedenimle gezdiğim bir alemde değil can ile kuş gibi hafif olduğum, başka bir alemdeyim… Islanmışlar. Gelirken, rahmet ile gelmişler. İçeri buyur ediyorum. Mutfaktaki ocağın önüne, upuzun bir masa kurmuşum. Gelenler az ama sanki o masa sonradan kalabalık olacakmış gibi. Muntazam bir masa… Önce kaselere Besmele koyuyorum. Ortada salata tabaklarında birkaç adet Fatiha var. İkram ediyorum. Adam hiç gülmüyor. Kadına bakıyorum, keyfi yerinde, bebeği daha güvenle kucağında tutuyor. Elimde bir borcamla masaya geliyorum ve ”Siz bunu çok seversiniz.” diyorum. Yasin Suresi’nden ikram ediyorum servis tabaklarına. Daha çok ikram etmem gereken şeyler olduğunu hissediyorum. İkramı bol, izzet ve kudret sahibi Allah’ın adıyla bir tepsi çıkartıyorum fırından. Tepsi sıcak ama sanki elimdeki tepsi değil de, ben pişmişim gibi…Rahman Suresi’ni getiriyorum masanın tam ortasına. Birbirimize bakıyoruz. O masaya oturmamı nasip etmeyen Rahman, ikrama olan aracılığımla düşünemediğim, kaybettiğimi sandığım, korktuğum bütün hissiyatlarımı gidermemi sağlıyor ve benim bilerek konuşmadığım ama beni konuşturan ilahi bir güçle bir cümle dökülüyor dudaklarımdan hece hece…”Fe bi eyyi alai Rabbiküma Tükezziban.” (Şimdi Rabbi’nizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?) diye soruyorum. Soruyu kendime soruyorum aslında ama adamın gözlerinden yaşlar dökülmeye başlıyor. İşte o zaman kapıda onu ilk gördüğümde ki hissettiğim merhamet dolu yanı çıkıyor ortaya. Gözlerinden akan merhamet dolu yaşlar ile dudaklarından dökülen ”ve emma bi nimeti Rabbike fe haddis.” (Ve fakat Rabbi’nin nimetlerini anlat da anlat) cümlesi oluyor. Gözleri dolu dolu olan kadın masadaki salata tabağından bir parça alıyor tabağına. ”ve iyyake nabüdü ve iyyake nestein.” (Allah’ım, yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım bekleriz.) cümlesi ile bize cevap veriyor. Derken, bebek ağlamaya başlıyor. Bu ne muazzam bir ses… Bir bebek ağlaması değil de, kamıştan çıkan bir sesin yankılanması gibi, bir sır gibi doluyor eve o huzurlu sesi. Bebek ağladıkça eve yankılanan o boğumlu, gizemli sesle birlikte, heybesi daha da derinleşmeye başlıyor. Hiç susmasa hep ağlasa… Bu ikram dolu masaya göre bu bebek çok küçük diye iç geçirirken, kadın masanın başında duran sürahiyi işaret ediyor. Bebeğin heybesinden bir biberon çıkartıyor. Sürahideki ”Yunus” suresinden doldurmaya başlıyorum. Dolmaz diye düşündüğüm biberon 56.ayeti de alarak doluyor. ”Hüve Yuhyı ve yümıtü ve İleyhi türceun.” (O diriltir ve o öldürür, ancak ona döndürüleceksiniz.) Bebek biberonu içmeye başladığı anda bu ayet sesli olarak evde yankılanmaya başlıyor.

Birden geldiğim o ahşap kapının önüne çekiliyorum. Kapı yine kendiliğinden açılıyor. İçeri giriyorum, istemeye istemeye… Aynı yerdeyim. Odamdaki yatağa uzanmışım, yağmur kesilmiş, ürpertiyle yataktan kalkıyorum. Ortalığı dehşet bir toprak kokusu sarmış. Acı çekiyorum. Yaşadıklarımın ne olduğunu sorgulamaya başlarken, Rahmetli abim Neyzen Ömer Çakıroğlu’nun bestelediği, sözlerinin Yunus Emre’ye ait olduğu, ”Ölür ise Ten ölür, canlar ölesi değil” bestesi takılıyor dilime. O zaman idrakımın hayretiyle, gittiğim alemde sarıldığım, ağırladığım, o üç kişinin (Babaannem, dedem, abim) kaybettiğim üç sevdiğim olduğunu anlıyorum. Gözlerimden akan sevinç gözyaşlarıyla birlikte, üstünü yıllarca örttüğüm benliğimi, mana alemini, neden Dünya’ya geldiğimin cevabını ortaya çıkarıyorum. Gidişi ile acıyla, hasretle, özlemle aydınlanmamı sağlayan, üç sevdiğime rahmetle… Bir gün o masa da beraber olmak niyetiyle…

İZDİHAM