Ben Azize, yüreği depremde yıkılmış anne,
Sıradan günlerin olağanüstü hallere, mucizelere gebe olabileceğini gördüm de anlatmak istedim. Sıradan bir günde sıradan bir yaşamak görevini yerine getiriyordum. Küçük yuvamızda yemeğimizi yemiştik, çay içiyorduk gönül parçamla. Huzurun hanemizdeki hakimiyetinin farkında bile değildim, dedim ya sıradan bir gündü. Günümün aslında ne kadar huzurlu olduğunu, günlük şikayetlerimin ne kadar da asılsız olduğunu zihnime şiddetli bir sarsıntıyla çarptı deprem.
Deprem iki hecelik bir şey nasıl bu kadar hayatı alt üst edebilir aynı anda? Gerçi hayat dediğin; sebebi her neyse adına aşk de, ölüm de, doğum de, hastalık de ne dersen de her an ters düz olma potansiyeline sahip değil mi ki? Niye şaşırtıyor depremin yarattığı etki? Hayatı aniden değiştiren etkinin adı ne olursa olsun bu şok etkisiyle nasıl olabilir yıkılmaz hayat kurallarımı nasıl yıkar diye sorguluyor insan denen aciz varlık. Oysa ki örümcek ağı aslında hayatımız. Bin bir emek ile örüp estetik şekiller verdiğimiz yıkılmaz sandığımız hayat ağını yıkmaya bazen bir aşk yeter bazen bir ölüm ve bazen de ölümün kıyısında dolanmak..
Ben bu deprem ile yıkılmaz sandığım hayat ağımın nasıl gözüm önünde yok olduğunu anlatacağım.Sıradan günümün sıradan çayını yudumlarken bir sarsıntı ki tüm sıradanlığından sıyırdı günümü. Bir sarsıntı ki; akıl başta kalmanın güvensizliğiyle terk ediyor yıllardır yuva bildiği başımı. Akıl terk etse de yürek sinede hala, yavrularımın endişesi düşüyor alev topu gibi yüreğime. Yavrularıma koşuyoruz eşimle beraber, onları korumaya. Odalarında ders çalışırken bulmuştu deprem onları. Koşarak bize sığınmaya geliyorlardı.. Koridorda kavuştuk. Büyük oğlum, Muhammet’im çok korkmuştu. Anneydim ya ben kendi korkumu sindirip onu sakinleştirmem gerekti.
Evlatlarımın sevgisi ve onları koruma duygusuyla dolmuştu da yüreğim, korkuya yer kalmamıştı. Oğluma sarılıp sakinleştirmeye uğraşırken karanlığa gömüldük. O çıldırtan sarsıntı karanlıkla katmerlenmişti sanki. Yirmi beş yıllık emeğimin izlerini sinesinde taşıyan, anılarıma şahitlik eden eşyaların ölüm tedirginliğiyle çıkardığı sesler, kulaklardan korku akıtıyordu yüreklere. Bu karanlık bu bitmek bilmeyen sarsıntı bu eşyaların feryadı yetmezmiş gibi kalbimi korkudan parçalayan bir ses koptu. Derhal evden çıkmalıydık. Bize yıllardır güven veren bu ev şimdi korku basıyordu yüreklere. Eşim yatak odasına koştu fener almak için de duvarımızın patladığını haykırdı. “Kaçın ev yıkılıyor!” diye bağırışı yankısını yitirmedi hala zihnimde. Derhal yuvamızdan kaçmamız gerekiyordu ölmemek için!
Ne garipti hayat dakikalar öncesinde güvenli sıcak yuvamız iken şimdi yaşamak için kaçmamız gereken bir korkunç taş yığınıydı bu ev. Dışarının soğuğuyla kötülüğüyle aramızda olan kapı yaşamla aramızdaydı artık. Sıcak yuvamız bizi ölüme hapsetmişti şimdi. Dengeler ne de çabuk değişiyordu şu dünya üzerinde. Kapı tüm çırpınışıma rağmen açılmıyor, açılmayacak. Kararlı, geçit vermeyecek. Çıkmak zorundayız, çocuklarımız var. Onların yaşaması için çıkmak zorundayız. Eşim, “balkona koşun!” diyor. Evimiz giriş kat olduğundan balkon makul bir çıkış yolu.
Yol arkadaşım ve çocuklarımla balkona koşarken bizi şimdiye kadar birleştiren yuvam şimdi bizi ayırmıştı. Dünyahanem set çekmişti yürekhanemin sahipleriyle arama, koca beton bloklarla. Yavrularımdan, yoldaşımdan ayrılmıştım. Bilincim yerine gelince zihnim kalbim bedenim her zerremle bana ait her şeyle tek düşündüğüm evlatlarım ve eşimdi. Neredeler? Çıkabildiler mi? İyiler mi? Bilmiyorum. Nefes alamıyorum. Gözümü açamıyorum. Açık mı gözüm bilmiyorum. Kapkaranlık her yer. Öldüm mü? Bilmiyorum. Önemi yok ölmüşsem de. Gönül şenliklerim iyi olsundu yetecekti bunu bilmek. Sonra.. Ne kadar sonra bilmiyorum.. Duyuyorum.. Muhammet’im, Ahmet’im, Cengiz’im iyiler.. Seslerini duyuyorum. Bin şükür yaşıyorlar birarada onlar, ben ırakta kalmışım.
Ne kadar bilmiyorum, bana soracak olursanız günlerce, bağırarak konuşuyoruz. Duysunlar bizi istiyoruz. Bizi duysunlar da şu buz kesen beton bloklardan sıyırsınlar bedenimizi. Çok soğuk, kanım donuyor damarlarımda. Nice yerlere sığdıramadığım bedenim küçücük bir boşluğa sıkışmış, nefes alamıyorum. Rahat bir soluk alabilmek için, bedenime ferahlık vermek için şu taşları bir kenara fırlatmak istiyorum ama soluğumu kesen tozlar havalanmasın diye elimi bile oynatamıyorum. Çaresizlik ölümden zormuş o an fark ediyorum. Yavrularımın, yoldaşımın sesiyle güçleniyorum. Bedenimin gücü tükendikçe yüreğimde ümide dair kırıntıları sürtüyorum birbirine. Yüreğimde tutuşturduğum küçücük ümit ışığı ile yüreğimi arşa uçuruyorum.
Medet umuyorum, şu çaresizlikle sarınmış bedenimin ahvalinden tek haberdar olandan. Ezan sesi geliyor, yüreğimin kupkuru çölüne bahar serinliği gibi. Telefona yüklenen ezan vakti programıydı sesin kaynağı. Sabah namazı vakti. Ezan bitmeden sesin geldiği yere ulaşıp telefonu almam lazım. Ümidimiz dışarıda, taş yığınlarının üstünde gezenlerde. Ümidimiz olanlara varlığımızı haber verebilmek şu an ulaşılabilecek en büyük nimetlerden. Hareketlerim soluğumu kesiyor, sıkışmış bedenime acı veriyor ama ben anneyim! Muhammet’im Ahmet’im için olsa ulaşmam gerek o telefona. Çekilen zahmete değiyor telefona ulaşıyorum. 112’yi arıyorum.
“Kurtarma çalışmaları yürütülüyor ulaşılacak size.” diyor, karşıdaki ses ve şarjı bitiyor telefonun. En azından ölmediğimizi biliyorlar, kurtaracaklar bizi diye ümit ışığının artmasının ferahlığını duyuyorum. Sesleniyorum aileme “Kurtaracaklar bizi korkmayın.” komşu teyzenin de yardım isteyen sesini duyuyorum. Ah gücüm olsa da bu yardım iniltilerini dindirsem, yüklenerek tonlarca ağırlığı. Ama çaresiziz. Korku ile ümit arasında beklemekten başka çaremiz yok. Ne kadar aciziz diyorum. Dünyalara hükmedebileceğime inancım varken saatler öncesinde şimdi soluğumu rahatça almaktan acizim.
Asırlarca süren bekleyiş devam ediyor. Yavaş yavaş tükeniyorum. Zaman eritiyor umutlarımı, gücümü ki yeniden bir ezan sesi yankılanıyor. Karanlığım bu sesle yırtılıyor aydınlığa. Ses kaynağı benim telefonum. Okunan öğle ezanı. Saatler geçmiş sadece oysaki asırlardır burada olduğuma eminim. Güç azaldıkça umuda koşuş daha kuvvetli oluyor, o an anlıyorum; telefona ulaşma çabamdan. Hiçbir çaba karşılıksız kalmaz, inancım kabarıyor ve ulaşıyorum telefonuma. Kardeşimi arayıp yardım istiyorum.
Enkaz başında yaşadığımızdan umudu kesmiş bekliyorlarmış cılız umutlarıyla. Sesimi duyunca yüreğindeki aydınlanmayı hissediyorum. Yaşıyoruz diyorum sevinci göğsüne sığmıyor. Yardım edin dayanamıyoruz diyorum telefonu görevli bayana veriyor. Sonradan öğreniyorum bu konuşmamız ülkece izlenmiş. O çaresizlikle sarılı bedenimi tüm gücümle kullanıp hem komşu teyzeye hem çocuklarıma hem eşime dayanacak duvar oluyorum. Buna mecburum çünkü anneyim ben. Yavaş yavaş duyuyorum dışarıdaki sesleri. Öbür yandan da dayanacak gücümün olmadığını hissediyorum. Sona yaklaşıyoruz hissediyorum ama sonum çıkmak mı aydınlığa yoksa bu karanlıkta soluğumu yitirmek mi bilemiyorum. Ailem kurtulsun da ben önemli değilim hazırım ölmeye. Şükürler olsun duyuyorum; Ahmed´imle, yoldaşımı çıkarıyorlar.
Ferahlıyor yüreğim. Ama bedenimin dayanacak gücü kalmadı. Yolun sonundaydım, sonum buradan çıkamamakmış. “Helal et hakkını Muhammet’im, gül kokulu oğlum. Daha fazla dayanamayacağım. Sizi çok seviyorum oğlum.” deyip vedalaşıyorum son gücümle. Rabb’ime gidiyorum. Ölümden korkmuyorum. Ölüyorum. Yaşamla ölüm arasındayım. Yaşamdan sesler duyuyorum. Ömer kardeşimin sesi geliyor “Kurtaracağız seni.” diyor, göğeriyor yüreğimde umutlar. Yardım diyorum, gücüm yok fazlasına. Elimi, küçücük bir delikten uzatıyorum yaşama. Tutuyorlar elimi, yaşama çekiyorlar. Bitti dediğim anda bitmedi diyen Rabb’im vesile kılıyor kilometrelerce öteden gelen elleri, yaşamama..
Düne kadar gayet sıradandı yaşamam. O kadar sıradandı ki yaşıyor olmam, bilgi bile sayılmazdı. Şimdiyse sevinç gözyaşlarıyla kutlanıyordu bu haber. Hayat ne garip; düne kadar yaşamam sıradanlığı an itibariyle mucizeydi. Her sıradanlaştırdığımız bir mucize de biz bunu görmek için illa bir felaket mi bekliyoruz acaba?
Gamze Ergen
İZDİHAM