2016 yılını Eugenides’in Bakir İntiharlar’ı ile kapattım. Middlesex çok ses getirdi, en azından ben çok gördüm sağda solda ama nedense bir türlü elim gidip de okumadım. Geçenlerde Arkadaş’ta dolaşırken Bakir İntiharlar’ı gördüm. Karanlıklar karanlıklar, bu sefer çekti ilgimi.
Küçük bir kasabada yaşayan bir aile var, Lisbon’lar. Ailenin beş kız çocuğu var. Bu beş kızın intihar edişinden bahsederek başlıyor kitap. Ondan sonra kızlarla birlikte biz de buhrandan buhrana sürükleniyoruz, ne olup bittiğini de pek anlayamadan.
Kızların her birinin arasında birer yaş var. Bir gün bir ambulansın ailenin kapısına gelmesi ile başlıyor olaylar. En küçükleri, 13 yaşındaki Cecilia evin banyosunda, küvetin içinde bileklerini kesmiş bir vaziyette bulunuyor, hemen hastaneye yetiştiriliyor. Kucağında plastikle kaplanmış bir Meryam Ana resmi ile…
Lisbon’lar hayli kuralcı ve muhafazakar bir aile. Bu yüzden kızlar da toplumla pek iç içe değiller. Elbette okuldan tanıdıkları, aynı mahallede yaşadıkları oğlanlar var kendilerine hayranlık duyan ve ulaşmaya çalışan ama aralarında da koca koca duvarlar var. Böyle bir yalıtılmışlık içerisinde yaşıyor kızlar. Biz de öyküyü, kızlara hayranlık duymuş, ulaşmaya çalışmış oğlanların ağzından dinliyoruz.
Cecilia, kız kardeşlerin en tuhafı olagelmiş her zaman. Şu cümleyi paylaşmadan edemeyeceğim:
“Bazılarımız ona âşık bile olmuş ama bunu kendimize saklamıştık, çünkü onun kız kardeşlerin en tuhafı olduğunu biliyorduk. “
Tuhaflıklarla baş etmek zordur, hele ergenlik çağında. Ergen psikolojisi göründüğü kadar karmaşık değildir, daha ziyade, inanılmaz basittir. En azından ben böyle niteleyeceğim. Kişi hem birey oluşunu yeni keşfetmekte olduğundan farklı olmak ister, hem de -herhangi türde bir- toplum / topluluk dışına itilme fikrinden delicesine rahatsız olur ve korkar, yaşadık. Bu nedenle belki, ilgisini çeken tuhaflıklara bile kolayca sırtını dönebilir, o tuhaflık içerisinde kendisine yer bulamayacağını düşünüyorsa.
Bazen kişinin tuhaflığı öyle bir boyut kazanmıştır ki, yalnızlıkla kuşatılmamasını imkansızlaştırır çünkü kendisini ait hissedebileceği herhangi bir “tuhaflık” da bulamaz, benzeşebildiği hiçbir nokta göremez. Bu ne kadar doğru bir yargıdır tartışılır, çünkü zaten kim neye göre tuhaf? Aileye göre mi? Topluma göre mi? Topluma göre ise, hangi topluma göre? Biz hiç farkında bile olmadan, aynı kara parçasını paylaştığımız tüm insanları “toplum” diye etiketleriz çoğu zaman ama, her zaman alt kültürler de vardır ve var olacaktır. Bunu neye göre biçimlendirebiliriz bilmiyorum ama bu kastettiğim “küçük toplum”lar belirli bir müzik grubunun fanı olmakla bile ifade edilebilir, umarım ne kastettiğimi anlatabildim.
Cecilia’yı intihara götüren, belki de hissettiği yalnızlık hissiydi. Belki ait olamadığı bir toplumdan kaçıp gitme isteğiydi, bunu hiçbir zaman öğrenemiyoruz. Ama “toplum” dediğimiz her ne ise, kemiklerimize kadar bizi nasıl un ufak edebileceğini, buna da nasıl niyetli olduğunu şu cümlelerden çıkarabiliriz rahatlıkla:
“Bu kötü toplumun bir başka kötülüğü daha işte,” dedi bize. “Onların Tanrı’yla ilişkisi yoktu.” Ona Bakire Meryem’in plastik kaplı resmini hatırlattığımızda, “Taşıması gereken İsa’nın resmiydi,” diye itiraz etti.
Ve tam bu noktada, ifade etmeye çalıştığım şeyi ifade ederken yanlış yollara saptığımı da görebiliriz çünkü aslında bizi un ufak eden çoğu zaman “toplum” diye nitelediğimiz soyut kavram değil, bireysel olarak insanların dar görüşlülüğü ve hoşgörüsüzlüğü de olabilir. Her ne ise, öyküye geri dönüyorum.
Cecilia, ilk intihar girişiminde ölmeyi başaramıyor. Hastanede yoğun bir terapi gördükten sonra eve getiriliyor. Olan bitenin şokunu bir türlü atlatamayan aile, doktorların da önerileri ışığında kızları biraz daha serbest bırakmaya başlıyorlar. Nihayetinde Cecilia için bir parti tertip ediliyor. Ne var ki aynı gün -burada Cecilia’nın tüm bu insanlar arasında, bilekliklerle gizlemeye çalıştığı kesiklerini de göz önünde bulundurarak derin bir umutsuzluk ve yalnızlık hissetmiş olduğunu sandığımı söylemeye cüret edeceğim- kız henüz parti bile sonlanmadan üst kata çıkıp kendisini pencereden bahçe parmaklıklarının üzerine atıyor. Bu kez kurtulması mümkün olamıyor.
Sonrası aile için hem büyük bir depresyon hem de müthiş bir izolasyon süreci. Kendilerinin de çok sağlıklı olmadığını anlayabileceğimiz ebeveynler, kızları ile iletişim kurma ve onlara yardımcı olma konusunda başarılı olamıyorlar. Kızların ruhsal sağlıklarındaki bozulmayı galiba en iyi Lux üzerinden takip edebiliyoruz.
İçindeki boşluğu bir şeylerle doldurmak istediğinden mi yoksa bir sevgi arayışı içinde olduğundan mı bilinmez, rast gele cinsel münasebetlerde bulunmaya başlıyor Lux önüne gelenle. Oğlanlar bunu uzaktan izliyorlar, şanslı olanları Lux ile sevişmeye muvaffak olabiliyor. Bu noktada da şunu paylaşmadan edemeyeceğim:
“Çatıda seks, her zaman için oldukça tuhaftı, fakat bunu kışın buz gibi soğuğunda, yağmur altında yapmak kişinin zevk düşkünü olduğunu değil, derin bir ruhsal karmaşa ve umutsuzluk içinde kendi kendini yok etmek istediğini gösteriyordu. Bazılarımız Lux’ın doğaüstü güçleri olan, soğuğa, rüzgâra ve yağmura metelik vermeyen bir buzlar kraliçesi olduğunu düşünse de, çoğumuz onun soğuk algınlığından ölme tehlikesi olan, belki de bunun peşinde koşan genç bir kız olduğunu biliyorduk. “
Bir süre sonra ebeveynler, kızları okuldan da alarak, onları dış çevreden akıl almaz bir şekilde soyutluyorlar. Kızlar birbirlerine ve aileye zincirlenmiş oluyor böylece. O evde her şeyin intihar çevresinde döndüğünü ve bu olayı unutmanın da atlatmanın da mümkün olamayacağını tahmin etmek zor değil. Lisbon’lar kabuklarına çekiliyorlar ve belki de bu kendilerine ve birbirlerine yapabilecekleri en büyük kötülük oluyor.
Tabii kasabadaki herkesi etkiliyor bu olay. Bir intihar söz konusuysa, intihar eden kişinin yakın çevresi başta olmak üzere herkes etkilenir bundan. Bir insanın kendi yaşamına son vermesi, ne yazık ki nereden bakarsanız bakın bir cinayet hâlâ. Aynı zamanda her insana yaşamı üzerindeki etkisini ve ölümü ve hatta ölüm karşısındaki çaresizliği hatırlatan bir mevzu. O yüzden bir intihara tanıklık etmek söz konusu ise, herkesin kendi küçük travma sonrası stres bozukluğunu yaşaması anlaşılabilir. Başlı başına ölüm, yaşamın sonluluğunu acımasızca suratımıza çarptığı için fark etmesek de ürkütücüdür, sarsıcı olmasının nedeni sevdiklerimizi özleyecek olmamızdan çok bu olabilir.
Bir gün belediyeden birileri geliyor eve, kızların bahçesindeki bir ağacı kesmek istiyorlar ağacın hastalık taşıdığı ve bunun diğer ağaçları da kurutabileceği gerekçesi ile. Kızlar el ele tutuşup ağacın etrafını sarıyorlar ve kesilmesine izin vermiyorlar. “Korumaya çalıştıkları ağaç değil, kız kardeşlerinin anısıydı” diyor yazar. Güzel bir detay, büyük ihtimalle haklı da.
İlerleyen günlerde kızlar, kardeşlerinin odasını bir mabede çeviriyorlar. Yaktıkları mumlar, posta kutularına bıraktıkları küçük notlar sayesinde oğlanlarla iletişim kurmaya çalışıyorlar, hatta küçük yardım yakarışları bile olabilir bunlar. En sonunda, hep birlikte intihar etmeye karar veriyorlar.
Hepsini Lux yazmıyordu, kısa ve imzasızdılar. Biri şöyleydi: “Bizi hatırlıyor musunuz?” Bir başkası: “Aşağılıklarla işimiz yok artık.” Bir başkası daha: “Işıklarımıza dikkat edin.” En uzunu şuydu: “Bu karanlıkta mutlaka bir aydınlık olacak. Bize yardım eder misiniz?”
Herkesin bu konuyla ilgili bir fikri var elbette. Bu tür konularda herkesin her zaman fikri olur. Yazarın yorumu tüm intiharlar ışığında şöyle oluyor:
Bütün bunlar, rüzgârın peşinde koşmaktı. İntiharların özünde keder ya da gizem değil, müthiş bir bencillik vardı. Kızlar hayatlarıyla ilgili kararı Tanrı’nın ellerine bırakmamış, kendileri vermişti. Aramızda yaşayamayacak kadar güçlüydüler, kendilerine düşkünlerdi, her şeyi çok iyi görüyorlardı, aynı zamanda da kördüler. Onlar için hayat, doğal ölümü daima yenen hayat değil, sıradan bir günlük ayrıntılar listesiydi: Duvarda tıkırdayan saat, öğle zamanı loş bir salon ve akıl almaz bir şekilde sadece ve sadece kendini düşünen bir insan. Beyni acı, bireysel incinme ve kaybolan hayaller dışında her şeye kapalı olan bir insan.
Ben bu düşüncelere katılıyor muyum peki?
Bilemiyorum. Bir intihar düşünüldüğünde belirli bir bencilliğin söz konusu oluşu yadsınamaz. Dünya konusundaki sınırlı, çok sınırlı görüş de bir parça gerçek olabilir.
Peki allaşkına ben neden cehennem gibi bir seneyi böyle bir kitapla kapattım? Zaten beynim de kalbim de kapkara olmuşken neden böyle melankolilerle besleyip duruyorum kendimi, işte onu çok bilemiyorum…
2017’nin ilk kitabı da Gaiman’ın Mezarlık Kitabı oldu. Ben her ne kadar “hayatletli kitap diye okudum” diyor olsam da son zamanlarda ölümlerle ısrarla haddinden fazla iç içe olduğumu da fark ediyorum. Umarım bunun altından bir şey çıkmaz. Kendi zihnimin de çok dingin olmadığı ve dediğim gibi son zamanlarda hayli karanlık fikirler ürettiği tartışılmaz bir gerçek.
Okuduğum 3. Gaiman kitabı. 2009 yılında Hugo En İyi Roman Ödülü almış. Onun dışında da bir sürü ödül toplamış. Fantastik bir roman olmasından ziyade, aynı zamanda çocuk kitabı olduğunu düşünüyorum. Yokyer kadar karanlık olmasa da, Yıldız Tozu kadar da aydınlık ve ışıltılı değil. Ne de olsa her şey mezarlıkta ve mezarlık çevresinde, ölü insanlar etrafında dönüp duruyor.
Canterville Hayaleti, Oscar Wilde’ın en sevdiğim öyküsü olabilir. Sanırım o sevimli hayalet nedeniyle. Kurt Vonnegut’un Leon Trout’u ise beni büyülemişti. Yüzlerce yıl dünyada süzülüp yalnızca olan biteni izleyen kalbi kırık bir hayalet. Bu hayalet temasını çok sevdiğimi fark etmem Kurt Vonnegut sayesinde oldu, bu nedenle hayalet öykülerini toplamaya biriktirmeye karar verdim. Kendi ruhsal çözümlememi yapacak olursam, bunu bunca çekici bulmamın nedenini içimdeki bitmek bilmez yaşam açlığıyla ölüm özleminin çatışıp durmasına bağlayacağım. Her ne ise.
Jack denen bir adamın bir aileyi katletmesi ama ailenin küçük çocuğunu elinden kaçırması ile başlıyor kitap. Minik oğlan düşe kalka, evin yakınlarındaki biz mezarlığa ulaşıyor. Mezarlıkta bulunan hayaletler oğlanı ölüme terk edemeyip himayeleri altına almaya karar veriyorlar. Bir çift oğlanı evlat ediniyor, hayalet olmayan bir adam ise oğlanın koruyuculuğunu üstleniyor ve mezarlık, oğlan için bir ev haline geliyor. Elbette büyüyene dek.
Bu noktada daha fazla yazacak bir şeyim yok, kitapta incelemeye değer gördüğüm -ne haddimeyse artık gerçi böyle söylemek de- çok fazla hadise yok. Kurgunun tamamını anlatmak da istemiyorum. Dediğim gibi, beni çok etkilemeyen ama keyif alarak okuduğum bir roman oldu. Birkaç cümlenin de altını çizdim, onlar için ayrı bir yazı yazmayıp buraya iliştirivereceğim.
Kadın ona gülümsedi.
“Merhaba Bod,” dedi.
“Merhaba” dedi Bod onunla dans ederken. “İsminizi bilmiyorum.”
“İsimler hiç önemli değildir,” dedi kadın.
“Atınızı sevdim. Kocaman! Atların o kadar büyük olabileceğini hiç bilmiyordum.”
“O, geniş sırtında en kudretlinizi taşıyacak kadar hassas ve en ufağınızı taşıyacak kadar da güçlüdür.”
“Ona binebilir miyim?” diye sordu Bod.
“Bir gün,” dedi kadın ve örümcek ağından etek uçları parıldadı. “Bir gün. Herkes biner.”(sf.148)
Korku bulaşıcıdır. Ona yakalanabilirsiniz. Bazen, korkunun gerçeğe dönüşmesi için birilerinin korktuklarını söylemesi bile yeterlidir. (sf.172)
İnsanlar, imkansız olanı unutmak isterler. Bu onların dünyasını daha güvenli kılar.(sf.261)
Sen daima sensindir, bu değişmez. Sen her zaman değişirsin ve bu konuda yapabileceğin bir şey yoktur. (sf.270)
Cessie, SibiryaKoylusu
İZDİHAM