İkinci el kitap satan bir dükkanda çalıştığım zamanlar beni özellikle etkileyen şey, okumaya gerçekten düşkün insanların çok az sayıda olmasıydı. Eğer sevimli yaşlı beyefendilerin dana derisiyle ciltlenmiş kitaplar arasında cennet bahçesindeymiş gibi dolaştığı böyle bir yerde çalışmadıysanız, durumu bu kadar kolay resmedemezsiniz. Mağazamızın son derece ilginç bir stoğu vardı, müşterilerimizin ancak % 10’unun kötü bir kitabı iyi bir kitaptan ayırabildiğine dair şüphelerim bulunurdu. İlk baskı züppeleri, edebiyat tutkunlarından daha yaygındı, fakat ucuz ders kitapları üzerinde çalışan taşralı öğrenciler çok daha fazlaydı. Ama en yaygını; yeğenleri için doğum günü hediyesi arayan kafası karışık kadınlardı. Aslında bize gelen insanların çoğu, başka bir yerde sıkıntı yaşayabilecek tiplerdi ama bir kitapçıda kendilerini özel hissediyorladı. Örnek olarak; piyasada olmayan bir kitabı isteyen – ki bu çok yaygın bir taleptir- tatlı yaşlı bir kadını ya da 1897’de güzel bir kitap okumuş olan ve onun bir kopyasını bulup bulamayacağını merak eden bir diğer yaşlı tatlı kadını sayabilirim. Kadın, ne yazık ki, kitabın ismini, yazarını veya kitabın ne hakkında olduğunu hatırlamaz ancak kırmızı bir kapağı olduğunu hatırlardı. Ancak tüm bunlardan ayrı olarak, her ikinci el kitapçısının maruz kaldığı, iyi bilinen iki belalı tip vardı. Bunlardan biri, her gün, bazen günde birkaç kez gelen bayat ekmek kabuğu kokan artık kaşarlanmış insan tipiydi ve size değersiz kitaplar satmaya çalışırdı. Diğeri ise, ödeme yapmaya en küçük niyeti olmadığı halde büyük miktarlarda kitap sipariş eden kişilerdi.
Dükkanımızda veresiye olarak hiçbir şey satmazdık, ancak kitapları daha sonra gelip almak isteyen kişiler için bir köşeye kaldırdığımız, gerekirse sıraya dizdiğimiz olurdu. Bizden kitap sipariş edenlerin ancak yarısı geri gelirdi. Önceleri bu durum, beni hayrete düşürürdü. Onlara bunu yaptıran neydi? Gelir ve nadir, pahalı bir kitap sorarlar, onu saklamamız için bizden tekrar ve tekrar söz vermemizi isterler, ama sonra tekrar geri dönmezlerdi. Ama çoğu, elbette, açıkça paranoyaktı. Onlar, kendileri hakkında muazzam şeyler söylerlerdi ve, beş parasız bir şekilde nasıl bugünlere geldiklerini açıklamak için ustaca kurgulanmış öyküler anlatırlardı. Kendilerinin bile inandığına emin olduğum öyküler.
Londra gibi bir yerde sokaklarda her zaman yürüyen tımarhanelik kaçıklar bulunur ve bunlar kitapçılara yönelme eğiliminde olurlar. Çünkü bir kitapçı, para harcamadan uzun bir süre takılabileceğiniz birkaç yerden biridir.
Sıradan biri bu insanları neredeyse ilk bakışta tanırdı. Yaptıkları büyük konuşmalar içinde kendileri hakkında köhne ve amaçsız bir şey saklı olurdu. Bariz bir paranoyakla uğraşma sürecimiz genelde şöyle olurdu; istediği kitapları indirip ortaya koyardık ve o gittiği anda, onları raflara geri koyardık. Farkettiğim bir konu da; hiçbiri, para ödemeden kitapları alıp götürmeye kalkmazdı. Sadece sipariş etmek, onlar için yeterli oluyordu. Sanırım bu, onlara gerçek para harcadıkları yanılsaması veriyordu.
Çoğu ikinci el kitapçı gibi bizim de çeşitli yan işlerimiz
vardı. İkinci el daktilo ve ayrıca pul satardık. Kullanılmış pullar, tabii. Pul
koleksiyoncuları, her yaştan, ama sadece erkek cinsiyetinden, tuhaf, sessiz,
balık benzeri insanlardı. Kadınlar, belli ki, küçük renkli kağıt parçalarını
albümlere yapıştırmanın özel zevkini görmüyorlar. Ayrıca Japon depremini
önceden haber vermiş olduğunu iddia eden biri tarafından derlenmiş altı penilik
yıldız falları da satardık. Mühürlü zarfların içindeydiler ve kendim bunların
hiçbirini açmamıştım. Lakin onları satın alan insanlar sık sık geri dönüp,
fallarının nasıl “gerçek” çıktığını anlatırlardı. (Eğer bir fal,
sizin karşı cins için oldukça çekici olduğunuzu ve en büyük hatanızın yüce
gönüllü olmak olduğunu anlatıyorsa, şüphesiz o doğru bir faldır)
Çocuk kitaplarında, özellikle ucuz olanlarda, çok iyi iş çıkarırdık. Çocuklar için modern kitaplar, oldukça korkunç şeylerdir. Özellikle de onları yığınlar halinde gördüğünüzde. Şahsen ben bir çocuğa Peter Pan’dan daha iyi bulduğum Petrenius Arbiter’ın bir baskısını verirdim, ama Barrie (*Peter Pan’ın yazarı) bile sonraki taklitçileriyle kıyaslandığında daha düzgün durur.
Noel zamanı, hummalı bir on gün, noel kartları ve takvimleriyle boğuşarak geçerdi. Bunların satış süreçleri çok yorucudur ama sezon sonu için iyi iş olur. Bu süreç, hristiyan duyguların sömürüldüğü kaba fırsatçılığı görmemi sağlamıştı.
Ama bizim asıl ek işimiz, ödünç kitap verdiğimiz bir kütüphaneydi. Bu, normalde her tür eseri kapsayan, beş ya da altı yüz ciltlik, “kaporasız iki peni” kütüphanesiydi. Kitap hırsızları nasıl da severdi bu kütüphaneyi! İki peniye bir dükkandan bir kitap kiralamak ve onu başka bir dükkana bir şiling’e satmak dünyanın en kolay işlenebilen suçuydu. Lakin, kitapçılar genellikle, belirli bir sayıda kitabın çalınmasını, kapora talep ederek müşterileri korkutup kaçırmaya tercih ederlerdi. (Bizim bir ay boyunca yaklaşık bir düzine kaybımız olurdu) Dükkanımız tam olarak Hampstead ve Camden Kasabası arasındaki sınırdaydı ve baronetlerden otobüs kondüktörlerine kadar her türden adamın uğrak yeriydi. Muhtemelen kütüphane üyelerimiz, Londra’nın okuma kitlesinin iyi bir kesitiydi. Bu yüzden kütüphanemizdeki tüm yazarlar içinde en çok gidenin hangisi olduğu kayda değerdir. Priestley mi? Hemingway? Walpole ya da Wodehouse? Hayır, cevap, Ethel M. Dell. Warwick Deeping’i iyi bir ikinci ve Jeffrey Farnol’u da üçüncü sayabilirim
Ödünç veren bir kütüphanede insanların gerçek zevklerini görürsünüz, göstermeye çalıştıklarını değil. Ayrıca sizi etkileyen bir şey de, ‘klasik’ İngiliz romancılarının iyilik temasını nasıl tamamen terkettiğidir. Dickens, Thackeray, Jane Austen, Trollope ve benzerlerini sıradan bir ödünç kitap veren kütüphaneye koymak işe yaramaz. Kimse onları alıp götürmez.
İnsanlar, ondokuzuncu yüzyıl romanlarını gördüklerinde, sadece “Vaav, ama bu eski!” deyip hızlıca yüz çevirirler. Yine de tıpkı Shakespeare’i satmanın kolay olması gibi Dickens’i satmak da her zaman oldukça kolaydır.
Bir meslek olarak kitapçı olmak ister miyim? Herşeyi hesaba katarsak, işverenimin bana olan nezaketine ve dükkanda geçirdiğim mutlu günlere rağmen, hayır.
Çalışma saatleri çok uzundur ve bu sağlıksız bir durumdur. (Ben sadece yarı zamanlı bir çalışandım ama patronum haftada yetmiş saat vakit geçirirdi, ki kitap almak için yaptığı seyahatleri saymıyorum)
Genellikle bir kitapçı dükkanı kışın son derece soğuk olur, çünkü içerisi sıcak olursa pencereler buğulanır, ve bir kitapçı dükkanı pencereleri ile beslenir. Ve kitaplar, şu zamana kadar icat edilen diğer nesneler ile kıyaslandığında, kirli tozları daha fazla açığa çıkarırlar. Ayrıca bir kitabın üzeri her mavi sineğin ölmek için tercih ettiği bir yerdir.
Ama hayatımı kitap ticareti ile geçirmek istemeyişimin gerçek nedeni, benim içindeyken kitap tutkumu kaybetmemdir.
Bir kitapçı, kitaplar hakkında yalanlar söylemek zorundadır ve bu onlara karşı tatsızlık duymasına sebep olur. Daha da kötüsü, kitapların sürekli tozunu almak ve onları bir yerlere taşımak durumundadır. Kitapları gerçekten sevdiğim zamanlar olmuştu. En az elli ve daha fazla yaşında olanların görünüşlerini, kokularını ve hissiyatını severdim. Hiçbir şey, bir keresinde bir halk müzayedesinde bir şiline parti olarak satın aldığım bu tip kitaplar kadar beni memnun etmemişti.
Aldığınız bu tip koleksiyonlar içinde rastladığınız hırpalanmış, şaşırtıcı kitaplarda özel bir lezzet bulunur; ikinci planda kalmış onsekizinci yüzyıl şairleri, güncel olmayan gazeteciler, unutulmuş romanların tuhaf hacimleri, altmışların kadın dergilerinin ciltli sayıları.
Kitapçı dükkanında çalışmaya başladıktan sonra kitap almayı bırakmıştım. Yığınlar içinde, beş-on bin kez rastlanan kitaplar sıkıcı ve hatta biraz hasta edicidir. Şimdilerde nadiren bir adet kitap satın alıyorum, ama sadece eğer okumak istediğim bir kitapsa. Kitap ödünç almam ve hiç bir zaman haşat vaziyette bir kitabı da satın almam. Çürüyen kağıdın tatlı kokusu artık bana hitap etmiyor. Paranoyak müşteriler ve ölü mavi sineklerin zihnimde hala derin izleri bulunur.
George Orwell, Bookshop Memories, Kasım 1936, Fortnightly Dergisi
Çeviri: Ahmet Erbil, *Bu yazı İzdiham Dergisi 36.sayıda yayınlanmıştır.
İZDİHAM