Pederi yukarı attım. Önce onu bir sandalyeye koyup yatağı söktüm. Üzeri daha yalanıp temizlenmemiş birkaç dakikalık buzağı gibi oturup durdu o sandalyede, sarsak bir kafa ve bir yere sabitlenemeyen gözlerle. Battaniyeleri, çarşafları, döşek yüzünü çekip aldım; döşekle yatağı duvara yasladım; vidalarını söküp yatağın baş ve ayakuçlarını yan yüzlerden ayırdım. Mümkün olduğunca ağzımdan soluk alıp vermeye gayret ediyordum. Yukarıdaki odayı –kendi odamı– ise çoktan boşaltmıştım.
“N’apıyorsun?” diye sordu.
“Taşınıyorsun,” dedim.
“Ben burada kalmak istiyorum.”
“Olmaz.”
Yatağında yatabilirdi. Bir yarısı on yılı aşkındır buz kesse de, baş konulmayan yastığı hâlâ yerli yerinde durur o yatağın. Üstteki odada, ayakucu pencereye gelecek biçimde, bütün parçalarını yerine geri vidaladım. Ayaklarının altına takoz yerleştirdim. Tertemiz çarşaflar serip iki yeni yastık kılıfını da geçirerek yeniden yaptım yatağı. Sonra pederi merdivenden yukarı taşıdım. Sandalyeden kaldırdığım andan yanak yanağa geleyazdığımız o yatırma anına değin gözlerini yüzümden ayırmadı.
“Kendim yürüyebilirim,” sözü ancak o an çıktı ağzından.
“Hayır, yürüyemezsin,” dedim.
Pencereden, görmeyi beklemediği şeyleri görünce, “Yatak yükselmiş,” dedi.
“Öyle. Dışarıya baktığında bir tek gökyüzünü görme dedim.”
Mekânın yeniliğine, yenilenmiş çarşaflara, yastık kılıflarına karşın ortalık küf kokuyordu; küf ve nem kokan pederdi. İki pencereden birini açıp çengelini taktım. Dışarıda serin, sakin bir hava vardı, yalnızca en üst dallarında birkaç büzüşük yaprak kalmıştı ön bahçedeki eğri dişbudağın. Çok uzaklarda, setin üzerinde ilerleyen üç bisikletli gördüm. Bir adım yana kaysam, o üç bisikletliyi o da görebilirdi. Kaymadım.
“Doktor çağır,” dedi.
“Olmaz,” diye yanıtladım. Dönüp yürüdüm, çıktım odadan.
Kapı kapanmak üzereydi, seslendi: “Koyunlar!”
Eski odasında yer, yatağın boyutlarından daha ufak, dikdörtgen bir toz tabakasıyla kaplıydı. Odayı boşalttım. İki sandalyeyi, komodinleri, annemin tuvalet masasını oturma odasına koydum. Odanın bir köşesinde, uğraşa uğraşa iki parmağımı halının altına sokabildim. “Yapıştırma,” dediğini duydum annemin, asırlar gerisinden, peder sol elinde bir kutu tutkal, sağ elinde bir tutkal fırçasıyla çömelmek, bizler de keskin buğudan neredeyse düşüp bayılmak üzereyken. “Yapıştırma, on yıl sonra yenisini isteyeceğim nasılsa.” Tabanı parmaklarımda dağılıyordu halının. Dürdüm. Sağımhaneden geçirerek dışarıya, onu ne yapacağımı bilemez bir halde öylece kalakaldığım avlunun ortasına kadar taşıdım. Olduğum yere, ayaklarımın dibine bırakıverdim. Çıkan gürültüyle birkaç cücekarga ürktü havalandı avlu kenarındaki ağaçlardan.
Yatak odasının zemininde, pürüzlü yüzleri üste bakan duralit levhalar döşeli. Odayı elektrikli süpürgeyle çarçabuk süpürdükten sonra bu levhalara, zımparalamadan, geniş, yassı bir fırçayla külrengi astar vurdum. Kapının önünde son şeritle uğraşıyordum ki, koyunları gördüm.
Şimdi mutfakta oturmuş, boyanın kurumasını bekliyorum. Bir çift kara koyunun resmedildiği kasvetli tabloyu ancak o zaman duvardan indirebileceğim. Koyunlarına bakmak istiyor, demek ki pencerenin yan tarafına, duvara çivi çakıp resmi asmam gerekecek. Mutfağın da yatak odasının da kapısı açık; tuvalet masasıyla iki komodinin üzerinden aşırdığım bakışlarımın eriştiği tablo o denli karanlık ve soluk ki, oturduğum yerden ne kadar dikkatle süzersem süzeyim koyuna benzer bir şey seçemiyorum.
Gerbrand Bakker
İZDİHAM