Yaşadığımız şu zamanda insanı arızalandıran şeylerin en önemlilerinden biri, “insanı insana yetmeyecek kadar dar bir kalıba sokmaya çalışmak” yanlışıdır. İnsanı, kendi hakikatinden kopararak bir girdaba sürüklediler, şimdi oradan çıkarmak o kadar kolay değil… Önce belki de zihnimizin içini tıka basa dolduran, duygularımızı, isteklerimizi, arzularımızı işgal eden ne varsa sıfırlamak gerekiyor. Ve sonra hatırlamaya başlamak yeniden…
Gazetecilik, dergicilik, editörlük, senaristlik, TV eleştirileri, çocuk edebiyatı yazarlığı, köşe yazarlığı, öykücülük derken; tüm bunlardan ziyade ve ötede “Gökhan Özcan” aslında kimdir?
Otuz beş seneye yaklaşan bir zamandır, çeşitli mecralarda yazıp çiziyorum. Binli rakamlarla ifade edebileceğimiz sayıda, irili ufaklı metin demek bu… Zaman zaman yayın dünyasının profesyonellik normlarını zorlayacak kadar kişisel bir dünyadan yazıyorum. Bunu seviyorum, böyle olmasını istiyorum. Bu kadar kişisel ifadeler kurmama rağmen, kendime ilişkin ve yazılarıma konu olmayan bir şeyler kalıyorsa geriye, bunun böylece kalmasını tercih ettiğim içindir. Kendimi çok önemli bulduğumdan değil herkese ait olmayan meseleleri ortaya koyarak insanları kendimle meşgul etmemek için… Yazı yazan insanların söyleyeceklerini, yazılarında söylemeleri gerektiğine inanıyorum. Okurla yazarın ortak meselesi yazıdır. Yazarın kendisi de esasen olması gerektiği kadar bu yazıların içinde vardır. Daha ötesi gerekli değil kanımca… Gökhan Özcan kimdir sorusu, esasen cevabını, hem de bir ömür; benim aramam gereken bir soru… Benim yetiştiğim gelenekte insanın kendisine dair tanımlayıcı gayretlere girişmesi, kabul gören bir şey değildi. Bunda bir incelik olduğunu düşünüyorum.
Geriye dönüp iz sürünce mesleğin ilk yıllarında TRT’de aralıklı olarak Mimar Sinan, Yayla Yollarında, Yunus Emre ve Kırk Ambar, Havuçlu Pilav Meselesi, Zamanın Seyyahları, Çek Bir Film gibi yapımlardaki dokunuşlarınıza rastlıyoruz. Nasıldı o yıllar, televizyonda ne gitti, ne kaldı; bugüne dair?
TRT’nin farklı dönemlerinde, parça parça gerçekleşti aslında bu çalışmalar… İlki seksenli yılların sonunda çekilen Mimar Sinan, sonuncusu birkaç yıl önce gerçekleştirilen Çek Bir Film… Metnini, senaryosunu yazdığım programlar olduğu gibi yapım ekibinde olduğum, yönetmen asistanlığı yaptığım belgeseller, filmler de oldu. Önemli tecrübelerdi hepsi… Pek kamera önünde olmadım, daha çok kamera arkasında görevler aldım. Bir televizyon çocuğu olarak büyüdüm ben. Televizyonun emekleme dönemi, benim çocukluğumdu. Yıllarca devam etti bu ilişki… İlk televizyon yayınının gerçekleştiği dönemlerden yakın yıllara kadar televizyon yayınlarının seyrini, yakından izledim. Son yıllarda, bu bağın fazlasıyla zayıfladığını söyleyebilirim. Yayıncılığın hâli hazırdaki durumunun bunda etkisi büyük… Bugün artık Türkiye’deki ortalama izleyicinin çok rağbet ettiği programların, neredeyse hiçbirini seyretmiyorum, hatta bunlardan haberdar bile olmuyorum. Daha ziyade film ve belgesel seyrediyorum ve bu konuda da seçici davranmaya çalışıyorum. Dolayısıyla Türk televizyonlarının yayın akışı çok da umurumda olmuyor. Buna bir istisna olarak TRT 2, TRT Belgesel ve İz TV’yi ayrı bir yere koyabiliriz ama zaten bu kanalların yayın anlayışları da kendilerine özgü…
Dergiciliğin nezdinizde apayrı bir yeri olduğu aşikâr: Büyüklere yönelik “Gerçek Hayat, Albatros, Birey, İkindi Yazıları, Araf, Yeni Dergi, Hece, Kaşgar, Atlılar”; küçüklere yönelik “Mavi Kuş ve Kırmızı Bisiklet” hikâyelerinizi gönüllere servis etti. Bu yolculukta, size refakât eden en önemli içsel motivasyonunuz ne oldu?
İnsanı yazı yazmaya sevkeden içsel sebepler ne ise, bütün bu mecralara yönelten şey de o… Ufak tefek bir şeyler karalamaya çalıştığımız ilk gençlik yıllarımızda yazının, edebiyatın, düşüncenin aktığı mecra bizim için dergilerdi. Bugün de büyük oranda öyle… Neden dergiler? Çünkü gencim, bir şeyler içimde birikiyor, birikiyor ve nihayet dışarıya taşıyor. Bunları ifadeye döküyor, bir şeyler yazmaya başlıyorum ve bunları başkaları da okusun istiyorum. Orada karşınıza bir imkân olarak dergiler çıkıyor. Meselenin doğal gidişatı bu… O kapıdan giriyor ve devam ediyorsunuz, kitaplar arkadan geliyor. Sizi pişiren, yazdıklarınızı olgunlaştıran, size özgüyü bulmanıza imkân veren ortak süreçler bunlar… Herkesten, herkesin hikâyesinden, herkesin söyleme biçiminden öğrenerek ilerliyorsunuz. Neden başka şeyler yapmayıp da bunlara meylediyorsunuz, bunun mantıklı bir cevabı var mı, bilmiyorum. Yazmak sizin seçtiğiniz bir şey değil çoğu zaman, yaradılışınızda var, sizinle birlikte geliyor, sizin ayrılmaz bir parçanız zaten… Sizin gibi olanlarla yollarınız bir yerlerde kesişiyor ve dergiler ortaya çıkıyor.
İlk öykünüz; “Hiçbişey” ile Türkiye Yazarlar Birliği hikâye ödülünüz var. (1991) İlk olmasının yanı sıra sizin için onu farklı, özel kılan bir yönü var mı?
Elbette var, ben bana her sorulduğunda kendimi bir öykücü olarak gördüğümü söylüyorum. ‘Hiçbişey’ benim ilk kitabım, yazdığım ilk öyküler bu kitabın içinde… Yürüdüğüm, yolumu aradığım, kendi ifademi, kelimelerimi bulmaya çalıştığım öyküler bunlar… Yazdıklarımı, okuyanlarla ilk paylaştığım metinler… Sadece bu kadar değil kendi hikâyemin içindeki seyrimin bir nevi iç sesi var, o metinlerde.
“Bize bir hikmetli söz söylendiğinde kendimizi, o sözün içinde eriteceğimize, o sözle benliğimizin irili ufaklı söküklerini yamamaya çalışıyoruz. O sebeple ki söz geçiyor belki ama öz geçmiyor kulağımızdan içeriye” diyorsunuz. Bu özü damıtmak için nasıl bir filtre takmalı kulaklarımıza ki hikmet titreşimleri çarpıp geri dönmesin?
Yazık ki bu filtreyle çözebileceğimiz bir şey değil… Hikmetli olana sağırlaşmamızı, bir kulak zafiyeti ya da yetmezliği ile açıklayamayız. Bir şey, buradaki gibi çok bariz bir hakikatsizlik üretiyorsa bu arıza, basit tamirat ya da takviye hamleleriyle giderilemez. Olduğumuz şeyden vazgeçerek olmamız gerekene dönmemiz, icap eder. Yaşadığımız şu zamanda insanı arızalandıran şeylerin en önemlilerinden biri, “insanı insana yetmeyecek kadar dar bir kalıba sokmaya çalışmak” yanlışıdır. İnsanı, kendi hakikatinden kopararak bir girdaba sürüklediler, şimdi oradan çıkarmak o kadar kolay değil… Önce belki de zihnimizin içini tıka basa dolduran, duygularımızı, isteklerimizi, arzularımızı işgal eden ne varsa sıfırlamak gerekiyor. Ve sonra hatırlamaya başlamak yeniden…
“Aramakla bulunmaz ama bulanlar, arayanlardır.” Bu kadar kafa karışıklığının olduğu kaotik bir çağda aramanın bir anlamı kaldı mı, kaldıysa nedir?
İnsanın anlam arayışının çağlara göre değişen bir şey olduğunu düşünürsek tuzağa düşmüş oluruz. Aramanın hiçbir anlamı kalmadıysa kontağı kapatmak gerekir, çünkü. Dünya hayatı varlık sebebini, insanın o arayışından alıyor, buna inanıyoruz. Aramayan insan kaybolmuştur. Evet, kaotik bir çağda yaşıyoruz, bu çağın kaotik bir çağ olduğu teşhisini koyabiliyorsak insanın ve yaşadığı hayatın ne olması gerektiğine dair bir fikrimiz var demektir. Aradığımız şey hakikatse ki temelde öyledir, bakacağımız yer içimizdir. Yani kalbimiz…Bu çağın günahlarından yer yer kararmış olsa da hakikat orada yaşamaya devam ediyor. Allah hiçbir kulunun kalbini, hakikatsiz yaratmamıştır. Dışarıda olan biteni, bizim imtihanımız olarak görmemiz gerekiyor. Şunu da biliyoruz, kalbi hakikati aramaktan bütün bütüne vazgeçmiş bir dünya, üzerine kıyametin kopacağı dünyadır.
“Göçmen kuşların bir gün yerleşik hayata geçmeyi isteme ihtimalleri, beni çok düşündürüyor!” demiştiniz bir yerde. Özellikle çocuk kalbine geçiciliği, göçücülüğü nasıl ulaştırırız?
Bu devirde, çok acayip işler peşinde koşuyoruz. Önce çocuk kalbinde, dünyasında, hayalinde zaten yeri olan şeyleri, onu eğiteceğiz, yetiştireceğiz, büyüteceğiz diyerek acımasızca yok ediyor sonra eksik kalan her şeyi en olmaması gereken biçimlerde o çocukların kişiliklerine geri yüklemeye, tabiri caizse tıkıştırmaya çalışıyoruz. Çocukları, kendimizden kurtarabilsek fıtratları gereği düşe kalka da olsa bu idrake zaten ulaşacaklar. Onlara, kendi künhüne varamadığımız o kadar çok şeyi zorla öğretmeye çalışıyor, onları çocuk olma hâlinden o kadar uzakta tutuyoruz ki bir yerden sonra öğrenemiyorlar. Bizden öğrenmeyi zaten istemiyorlar. Hangimiz dünyanın geçiciliği hakkında bir idrâke, bir şuura sahibiz ki? Ötesi olmayan bir dünyada yaşıyormuş gibi değil mi hayatlarımız? Yeryüzü, Allah’ın ayetleriyle dolu… Bir kuşun cama çarpıp ölmesi, bir çiçeğin solup kuruması, evinin yakınındaki mezarlık ve daha başka sayısız tanıklığı, hayatın faniliğini anlatır çocuklara… Ama biz, onları tabiatı göremeyecekleri yerlerde yaşatıyor ve haşa, her şeye gücü yeten süper kahramanlarla büyütüyoruz.
Üç kitabı okumakla yükümlüyüz; Kur’an, insan ve kâinat. Bunlar arasındaki ilişki sizce nedir?
Doğrusu benim açımdan ‘sizce’si olamayacak, olmaması gereken bir soru bu. En başa Kur’an’ı koyuyorsak diğer her şeyi, onunla açıklayacağız. İnsan ve kâinata dair her şey, yüce kitabımızın içinde kayıtlı… İnsan, imanıyla imtihan olunmak üzere dünyada… Hakikâti idrak edebilmesi için gereken her türlü işaret, kainat kitabında… İmanı bulduğunuzda yolunuzu, sırat-ı müstakim kılmak, orada sabit kadem olmak içinse Kur’an-ı Kerim var. Burada asıl soru şu belki de; biz gerçekten okuryazar mıyız?
Hiçbişey, Altmışikiden Tavşan, Günlerin Gölgeleri, Ruh Yordamı, Kim Duma Dum Kime, Serçe Parmağı ve son olarak Göz Ağrısı… Öykülerinizin özel bir alt metni var mı?
Aslında her edebi metnin kendine göre bir alt metni vardır. Düşündüğünüz her şeyi, tek tek kâğıda dökmezsiniz, hepsinin yerine geçebilecek ağırlıkta cümlelere dönüştürürsünüz. Dolayısıyla ifadenin yüzeysel karşılığı dışında, başka anlam katmanları da o ifade ile birlikte oradadır. Kaldı ki okuyan için de her okuduğunun alt metinleri vardır ve bunların yazarınkilerle aynı minvalde olması da gerekmez. Edebi metinler, kendini sürekli çoğaltır, genişletir ve derinleştirir. Bunu yapan; yerinde sabit kalan kelimeler değildir. Zamandan zamana, insandan insana sınırsızca yenilenen, genişleyen, derinleşen, çoğalan hayattır. Öte yandan bir yazarın yazdıklarına dair şerhler düşmesini, kendi adıma çok doğru bulmam. Metin kendi işini görmelidir, görmüyorsa izaha zorlamamalıdır. Yazar, okuru yazdıklarıyla baş başa bırakabilecek olgunluğu, gösterebilmelidir.
Edebi ve düşünsel yolculuğunuzda sizi en çok zorlayan, sancılandıran şey ne oldu?
Son yıllarda, dünyada her alanda büyük değişimler yaşandı. Bu değişimler, hayatı da değiştirdi. İnsanların zihinsel dünyaları, olan biten şeylere bakışları, bundan doğrudan etkilendi. Teknolojik gelişmeler, insanları sadece meşgul etmedi, onların düşünme biçimlerini, istek ve arzularını, hayata bakışını da kurgular hale geldi. İnsan, doğal hayat seyrinden uzaklaştı ve kurgulanmış bir hayata geçti. Bu yeni hayatın, bu döngünün içinde sürüklenen insanın ahvâli, kendiminki de dahil olmak üzere beni derinden üzüyor, kederlendiriyor.
Bugünün çocukluğuna kıyasla çocukluğunuzdan hatırladığınız, özlemle andığınız özel bir anınız var mı? Kısaca bahseder misiniz?
Bursa’da, Emir Sultan Mezarlığı’na yakın bir mahallede geçti büyük oranda çocukluğum. Mezarlıkta oynadık biz, hayat ve ölüm iç içeydi. Çocukluğumun hafızamda kalan parçalarından biri; bu etkileyici manzaradır. Bahçeler, boş arsalar, neredeyse bütün mahalle bir arada kamyon kasasında gidilen piknikler, yazlık sinemalar… Uzayıp gider, bu böyle… Şimdilerde, çocukların yaşadığı hayatla ancak çok uzak bir akrabalık kurulabilir bizim çocukluğumuz arasında. Maalesef kendi çocukluğumuzun tadını, neşesini, güzelliğini aktaramadık çocuklarımıza. Bu; bizim büyük suçlarımızdan biri…
Doğum yeriniz; Bursa/İnegöl’ün sizin yolculuğunuzda kritik bir önemi var mı; varsa nedir?
Benim içine doğduğum İnegöl; gerçekten çok huzurlu, çok güzel bir yerdi. Asya’dan, Balkanlar’ın her yerinden muhacir aileleri, ortak bir hayatı mütevazı evlerde yan yana yaşıyorlardı. Bu çeşitlilik gerçekten büyük bir zenginlikti ve bana çok şey kattı. Farklı zevklerden, farklı kültürlerden, farklı renklerden, farklı hikâyelerden yoğrularak gelen bir ortak kültür… Bu rengârenk âlemin bir parçası olmayı, her zaman çok değerli buldum.
Geçmişte ya da bugün özellikle etkilediğiniz, bizim edebi birikimimizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazarlar var mıdır?
Birçok isim var elbette. Bizden; Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Mustafa Kutlu, Oğuz Atay, Edip Cansever… Dışarıdan; Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Rilke, Kafka, Joyce, Faulkner, Vonnegut ve daha niceleri… Geleneksel metinlerimiz, irfan edebiyatımız, maneviyat külliyatımız büyük zenginlikler barındırıyor; hepsi çok etkileyici, ufuk açıcı, iç serinletici bir muhteva sunuyor.
Sinema kültürü açısından özellikle görülmeli dediğiniz yerli/yabancı yapımlar hangileridir?
Bir röportajın içine bunları sığdırabilmek çok mümkün değil… Dünyanın her yerinden filmler izlemeye gayret ediyorum. Minimalist hikâyelerle daha çok ilgiliyim. Bir tür efekt kurmacasına dönüşmüş dev bütçeli, çok masraflı, çok izlenen yapımlar çok ilgimi çekmiyor. Elbette Tarkovski, Kieslowski, Angelopolulos, Ozu, Bergman, Fellini, De Sica, Kurosawa, Abbas Kiarostemi gibi ustalara da kayıtsız değilim. Özellikle Tarkovski’den öğrendiğim çok şey oldu. Nuri Bilge Ceylan sinemasını da çok saygıdeğer buluyor ve ilgiyle izliyorum. Birbirine çok benzemeyen ama her birini kendi içinde çok zengin bulduğum birçok yönetmen var, onları takip etmeye çalışıyorum. Mesela Bela Tarr, mesela Bent Hamer, Aki Kaurismaki, Jim Jarmusch, Macid Mecidi, Jean Pierre Jeunet, Terence Malick, Ken Loach, Roy Andersson, Wong Kar Wai, Andrey Zvyagintsev, Ruben Östlund, Abdurrahman Sissoko, Asghar Farhadi, Ziad Doueri, Nacer Khemir, Denis Villeneuve gibi pek çok isim var. Dünyanın her köşesinde, iyi iş çıkaran yönetmenler var; mümkün olduğunca izlemeye çalışıyorum, filmlerini… Her gün yeni isimlerle, yeni harika sürprizlerle karşılaşıyorum ve bundan gayet memnunum.
Adımlarınızı takip eden ve sizi severek okuyan genç kardeşlerimize bu yolda özellikle neyi önerirsiniz?
Kapılmasınlar, boş vermesinler, yüzeyde takılmayı tercih etmesinler. Arasınlar, kendi yollarını bulmaya, hakikâtle irtibatlarını sıkı tutmaya çalışsınlar. Emek vermeden, çilesini çekmeden elde edilen her şeyin, onları vasata mahkum edeceğini bilsinler. Bunlar; kendi yanılgılarımla tecrübe ettiğim şeyler, vakit kaybettiriyor insana… İnşallah onlar daha erken yaşlarda, daha fazla yol alacak bir idrâkin sahibi olurlar.
Röportaj: Hacer Yeğin, Makas Dergisi.
İZDİHAM