Daha önce bir “saniye koleksiyoncusu”yla tanışmış mıydınız? “Nerelisin sen?” sorusuna “Ölümlü” diye cevap veren bir öykü kahramanı da aklınıza gelmemiş olabilir. Gökhan Özcan’ın yeni öykü kitabı “Serçe Parmağı”nda bu ilginç kahramanlarla tanışabilirsiniz. Mesela bu kitapta prensesin pamuğu değil ölüsü makbul ama cüceler yerli yerinde
duruyor merak etmeyin. Gökhan Özcan ile “Serçe Parmağı”nı, Özcan’ın dünyasını, itirazlarını, insan olmayı ve sizi düşünmeye sevk edecek pek çok şeyi konuştuk.
“Gökhan Özcan” ve “sıra dışı” kelimesi arasında
nasıl bir ilişki kurarsınız?
Mecburen sıra dışı bir ilişki kurmam gerekir. Çünkü dünyanın en sıra dışı insanı bile olsanız, bu sizin için doğal olarak sıradanlıktır. Çünkü sizin normaliniz odur. Başkalarına sıra dışı da gelebilir. Bunu bilemez, anlayamazsınız. Sıra dışı olmak gibi bir kaygım yok, aksine ben insanın sıradanlığını içine sindirmeden doğru şeyler üretemeyeceğini düşünürüm. Söz konusu sıra dışılık doğrudan benimle ilgili değil de yazdığım metinlerle ilgiliyse o da tartışılır. Elinde cetvel gönye ile edebiyatı mütemadiyen ölçen biçen insanlar var. Ölçerler bakarlar, hükmü verirler.
Benim kanaatim mesele edebiyatsa sıra dışılığın tek başına bir değer olmadığıdır. Çok klasik diyebileceğimiz metinler içinde mükemmel edebiyat eserleri vardır. Sıra dışı olarak niteleyebileceğimiz halde hiçbir değer taşımayan metinlere de sık sık rastlarız. Ben elimden geleni en samimi tonlarda yapmaya çalışıyorum sadece. Ortaya çıkanlar bunlar. Sıra dışı bulanlara da, bulmayanlara da eyvallah. Benim bu topa girmemem en doğrusu.
“Serçe Parmağı” isimli öykü kitabınızı karpuzlu kekinize ithaf ettiğinizi okuduğumda, öykülerinizin damakta karpuzlu kek tadı bıraktığını düşündüm. Sahi hiç tadılmayan, hiç bilinmeyen, hiç akla gelmeyen bu tadı damaklarda bırakmayı nasıl başarıyorsunuz?
Böyle düşünüyorsanız bu benim için iyi bir şey elbette, teşekkür ederim. Ama böyle düşünmeyenler de olacaktır. Edebiyat zevklerin ve renklerin en çok tartışıldığı alanlardan biri. Zevkleri ve renkleri, daha genel anlamıyla dünyaları birbiriyle uyuşan insanlar arasında bu türden bir etkileşim ortaya çıkıyor. Edebiyat bu anlamda çok geniş, çok mükellef bir sofra. Herkesin damak tadına uygun bir şeyler var o sofrada. Yazdıklarımı lezzetli bulanlar olduğunu kadar, “Sizin yazdıklarınızı bir türlü anlayamıyorum” diyenler de, “Sizin dünyanıza hiç giremedim” diyenler de olabilir. O sofradan onlar da kendilerini doyuracak tadı, lezzeti arar bulurlar. Önemli olan aç kalmamaktır.
Herkesin edebiyat sofrasından bir nasibi, alacağı bir azığı olmalı. Çok sert, çok hoyrat, yer yer çok kaba saba ilişkilerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bunu değiştirebilecek, daha insanî diyebileceğimiz bir kıvama taşıyabilecek olan şeylerden biri edebiyat. Sözün gücünü, zenginleştirici, derinleştirici etkisini kaybettik farkında olmadan. Sözü geri kazanmalıyız. Buradan bakınca yazma uğraşının kendisini de, bütün dil ve üsluplarıyla edebiyatı da çok hayati bir ihtiyaç olarak görmek gerekiyor. Her yazar kendi gönlü genişliği ölçüsünde kendinden bazı tatlar, lezzetler koyabilmeli o sofraya. Bütün yazarların ve şairlerin gayreti bunun için biraz da. Benim yapmaya çalıştığım şey de âcizane bu.
Yine son kitabınızı ele alacak olursak, bunalımlı anlardan espriler çıkartıyorsunuz ama kitabın genelinde bir kasvet havası var gibi. Özellikle kitabınızın son öyküsü “Canan”ı okurken ruhum acıdı diyebilirim. Öykülerinizi yazarken siz nasıl bir ruh halindesiniz?
“Canan”dan başlayalım. Genel anlamda çok kasvetli ya da karamsar bir öykü değil bana göre “Canan”. Evet insana dokunan bir yanı var. Ama iyi gelen bir tarafı da var. Her şeyin sebep-sonuç ilişkileriyle açıklandığı bir dünyada, ısrarla ve umarsızca aşkı kalbinde taşıyan, bunu hayatı bilen bir insan var. Bu buzul çağında ne kadar sıcacık bir insanlık bu. Ben böyle görüyorum o karakteri ve dünyasını. Hepimiz her şeyden somut bir sonuç bekler hale geldik. Oysa mesela aşksa konu, bizzat kendisi yaşatamaz mı insanı? Eski zamanlarda yaşatırdı. Kazanmak için kavuşmak şart mı? Asıl kazanç kalbini doldurabilmek değil mi? Bomboş kalplerle yaşıyor bugünün insanı.
Sevdiğini söylediği hiçbir şeyi can-ı gönülden sevmiyor aslında. İnsanların birbirleriyle ilişkilerinde çok bariz biçimde görünüyor bu. Bize çok elle tutulabilir bir faydası dokunması gerekiyor bir şeyin ki onu sevebilelim. Çiçekleriyle konuşan, saatlerce denizi seyreden, badem ağaçlarının açmasına çocuklar gibi sevinen insanlar çok az artık. Böyle şeylere vaktimiz yok. Sürekli bir hareketin içine olmazsak sıkılıyoruz. Hayatımızda yer açtığımız her şeyin bizi eğlendirmesi, hayat ve insan hakkında düşünmekten alıkoyması gerekiyor. Kendimizden de, insan olmaktan da, insanı düşünmekten de kaçmaya çalışıyoruz. Böyle bir hayata kodlandık. Hiçbir şey canımızı acıtmasın istiyoruz, içimize dokunmasın, özümüzü bize hatırlatmasın. Yaşadığımızı nasıl hissedeceğiz peki?
Bir şeyler içimize dokunmalı, insan doğrudan insan olmakla ilgili o sancıları çekmeli. Ancak böyle olursa bir kalp sahibi olunur. Ancak böyle olursa bir vicdan, bir izan, bir sevme iştiyakı oluşur insanda. Etrafa bakıp “Dünya ne hale geldi” diye söyleniyoruz. Kim emek veriyor ki hayatına! Kim çekmeyi göze alabiliyor ki insan olmanın yükünü! Ben bu yalan dolanla yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu tokatları yemeliyiz hepimiz. İnsanlığımızı başka türlü hatırlama ihtimalimiz yok görünüşe göre. Bugün yaşanan hayata, bugünün insanlığına itirazı olmayanlara bir sözüm yok. Ama bir itirazımız varsa, daha hakiki bir hayat ve insanlık için o itirazımızı canlı tutacaksak canımız acıyacak. Hakikatin bir bedeli var. Yalanlardan kurtulabilmek o bedelleri ödemekle mümkün. O çileyi çekmekle. Ben itirazlarımı yazarak yaşatma derdindeyim. Bunun kasvetli bir tarafı da var elbette, olmalı da. Eğlenmek, vakit geçirmek, ihtiraslarımızın elinde oyuncak olmak için gelmedik dünyaya. Bunun için gönderilmedik. Kendi hakikatimizi aramak, bunun kalp yükünü taşımak için geldik. Bu sıkıntıya gönüllü olmak durumundayız. Ama içimizde yaşamaya devam eden, görünce içimize bir sıcaklık veren ne varsa onları da yaşatmak zorundayız. Güzelliğimizi kaybedersek hayatiyetimizi de kaybederiz. Bir şeyleri karşılıksızca sevmek, âlemi güzelleştiren her şeye hesapsızca hayran olmak bizi de insan yapacaktır. İnsanlığımızı hissetmemizi sağlayacaktır. İnsanlığımızı hissettiğimiz sürece, gün gelip “derdim bana derman imiş” diyenleri anlamak da mümkün olabilecektir diye düşünüyorum. Bizim köklerimiz böyle bir medeniyet toprağına uzanıyor. Bu bağ epeyce zayıflamış olabilir ama kopmadı hâlâ. Aşk ile yanan pervaneleri unutmadık daha. Bunları aklımda tutmaya çalışıyorum yazarken. Bir ruh hali içinde olmaya çalışıyorum.
Çünkü bir ruh haline sahip olabilmek için çok gayret gerekiyor bugün.
Röportaj: Hatice Ergin FerikİZDİHAM