İzdiham Dergi

Gökhan Şimşek, Arthur Rimbaud’a Yolculuk

ayaklanmasıdır yeni insanların attığın bir adım
ve ilerlemesidir onların, yürümeleri.
Jean Nicholas Arthur Rimbaud 

 

1999 yılı yazında, Bakırköy’de bir sahaf önünde, yığılmış kitaplar arasında tanıştım onunla.Cehennemde Bir Mevsim adlı kitabın yazarıydı bu adam. Kitabın neredeyse çeyreği yazarın hayat hikayesini anlatıyordu. Şiirlerden daha çok bu hikayenin etkisinden kalmıştım. Genel kabul görmüş şairlerin hayat hikayelerinde hep başka yanlar vardı fakat bu hikaye diğerlerine göre daha büyük bir ızdırabı anlatıyordu.Yıllarca bu ızdırabı anlamaya çalıştım ama bir tarafı hep eksik kalıyordu. Yalnızca beş yıllık yazım serüveni sonunda, 21 yaşındayken yazmayı bırakan ve o güne kadar yazılmış şiir formunu darmadağın edip, modern şiirin kuruculuğunu yapan, kendini yollara atan, Verlaine ile eşcinsel ilişki yaşayan, Afrika’da silah ticareti yapan, çocukluğundan beri annesi tarafından dayatılan katı kilise hayatını reddeden (genel görüş Tanrıtanımaz olduğunu söylese de buna katılmıyorum) bir adam değildi Arthur. Bugün bile tam olarak anlaşılamamış bir mesaj bıraktı ardından. Rimbaud araştırmacılarının hep yüzeysel yaklaştığı bu mesajın, bendeki karşılığının peşine düşerecek doğduğu şehre gitmeliydim.

2011 yılı yazında, Hollanda’ya yaptığım ziyaretin beşinci gününde, bilinen adıyla Lahey, resmi adıyla Den Haag şehrinde konuk olduğum evden gri havayı izliyorum. Geldiğim günden beri Batı Avrupa şehirlerinin genel iklim yapısı anlatan, güneşin az göründüğü ve yılın tamamına yakınının bu şekilde geçtiği bir şehir burası. Soğuk, yağmurlu ama en çok gri. Elimdeki Avrupa karayolları haritasının, kalın çizgilerle biçimlendirdiğim hattına yolculuk için tüm hazırlıklarımı yaptım. Sabaha karşı hayal dünyamın önemli karakterlerinden biri olan Arthur’ ün memleketi Charleville Mezieres’ e doğru yola çıkıyorum. Hollanda, trafik kurallarını en katı uygulayan Avrupa ülkelerinden biri. Bu yüzden herhangi bir trafik sorunu yok, yolları oldukça düzgün ve gidilecek yere ne kadar sürede ulaşacağınızı biliyorsunuz. Yaklaşık 200 km’lik ve 2 saat  süren bir yolculuğun ardından sabah yedi gibi Brüksel’ deyim. Buradan da 70 km. kadar güneye inip Charleroi şehrine ulaşıyorum. Belçika’daki trafik kuralları Holanda’ya göre daha esnek. Charleroi şehrinde otobandan çıkıp yaklaşık 100 km. sürecek olan ve büyük bir kısmı caddeler, köyler ve ormanla çevrili yollardan geçerek, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların son savunma hattını oluşturdukları Ardennes bölgesine ulaşıyorum. Özellikle bu köy yollarını kullanıp ülke değiştiriyorsanız, hangi ülkede olduğunuzu anlamak için araba plakalarından tahmin yürütmeniz gerekmekte. Ülke sınırları bazen göremeyeceğiniz kadar küçük levhalarla işaretlenmiş. Otobandan çıktıktan sonraki güzergahta Belçika ve Fransa şehirlerinin arka sokaklarını, köylerini, köylülerini görme fırsatım oluyor. Şehir merkezlerine göre daha yavaş, daha kaliteli, daha mutlu işleyen bir döngü var burada.Yer yer 19. Yüzyıl Avrupası’nı anlatan romanlardaki yaşam tarzı ve fotoğraflara rastlamak mümkün olsa da, modern çağın peşinde koşan diğer tüm şehirler gibi doğallığını koruyamamış yine de direnmeye çalışan caddeler, köyler ve insanlar bu çarkın dişlilerinde ezilmekle, hayatta kalmak arasındaki tercihlerini sürdürüyor.

MERHABA SEVGİLİ CHARLEVILLE

arthur-rimbaud-caddesi

Arthur Rimbaud Caddesi

Uzun ve hafif rampalı yolun ortalarında arabayı sağa çekip bir eczaneye giriyorum. Rimbaud’ nun gömülü olduğu mezarlığın nerede olduğunu sorduğumda aldığım cevap tebessüm ettiriyor; Hemen yandaki sokaktan aşağı inin, göreceksiniz. Den Haag şehrinden çıkalı beş saat oldu ve ilk adres sorduğum yer aslında vardığım yermiş. Mezarlığın arka tarafında 70 yaşlarında, oldukça güleryüzlü (bölgede az rastlanan bir durum) kadınla ayaküstü sohbet ediyoruz. Türkiye’den buraya yalnızca Arthur’ü ziyaret etmek için geldiğimi söylüyorum. Gözlerinde ışık parlarayak Hoşgeldin, zaten hemen yanındasın, mezarlık tam karşında, girişi de hemen sağdaki sokakta, ben de beş sene önce İstanbul’a gelmiştim, çok güzeldi diyor. Teyzeyi İstanbul’a davet ediyorum, tekrar gelmeyi çok isterim diye cevaplıyor. İkinci şaşkınlığımı burada yaşayıp mezarlığa ilerliyorum. Mezarlığın girişinde, önünde çok güzel çiçeklerin olduğu, Charleville’deki birçok evin örneği olan, tek katlı küçük bir ev, karşısında da Arthur Rimbaud posta kutusu var. Mezarlığın içindeki bu posta kutusuna dünyanın her yerinden mektup ve kitap geliyor, buradan da Rimbaud müzesine teslim ediliyormuş.

Rimbaud’ yu mezar taşından tanıyorum. Girişte, hemen soldaki ilk mezarlardan. Hala kapının önündeyim. Ürkek adımlarla gidip gitmemekte kararsız, belli belirsiz bir hal ile yürüyorum. Aklımda ne yapacağım ile ilgili hiçbir şey yok.
Mezar taşı yardımcı oluyor; Priez Pour Lui (Onun için dua edin).

Arthur Rimbaud Mezarı

Charleville kasabası Arthur Rimbaud’ nun doğduğu yer. Mezieres kasabasıyla birleştikten sonra Ardennes bölgesinin ilçelerinden biri olmuş. Meuse Irmağı’nın kenarına kurulmuş ve 50 bin kadar nüfusu var. Sokakları oldukça sakin. İlçe merkezi dışında sokakta gezen insanlara rastlamak zor. Arthur’ün hayatını   anlatan kaynaklarda yalnızca Charleville’den bahsediliyor. Arthur’ ün yaşadığı dönemde Meuse Irmağı’ndan yük gemileri geçiş yaparmış bugünse koyu yeşil ve durgun akıyor. Birkaç yer hariç kasabanın tüm orijinalliği bozulmuş. Arthur’ ün şiirlerinde bahsettiği yerlerden eser yok. Şiirlerde geçen ve orijinalliğini kaybetmemiş en belirgin özne insanlar. Geneli çok soğuk ve asık suratlı. İklimin insanlar üzerindeki etkileri öylesine açık ki; hava ne kadar kasvetliyse insanlar da o kadar kasvetli. Arthur’ün nasıl bir yerde, nasıl insanlar arasında yaşadığını görüp, yazılarında bahsettiği asık suratların ittiği o yalnızlığın ne olduğunu daha iyi anlıyorum. Charleville’de hatırı sayılır Türk nüfusu var. Bir de yine Türklerin yaptırdığı Yavuz Selim Camii. Charleville özellikle Rimbaud’ dan ötürü bol miktarda turist çekiyormuş. Her yıl düzenlenen kukla, resim ve şiir festivallerini de uluslarası hale getirmişler. Sokaklarda şairin figürlerine rastlamak mümkün.

Mezarlığın ardından Arthur Rimbaud Caddesi’ndeki müzeye gidiyorum. Müzede görevli iki kadın memur var. Hangi ülkeden olduğumu soruyorlar. Kesilen bilette ülke adı yazıyor ve yıl sonlarında ziyaretçi istatistikleri çıkartırken hangi ülkeden ne kadar insan geldiğini rapor ediyorlarmış. Onlarca ülke olmasına rağmen, Türkiye ismi çıkmıyor ve biletime Diğer Ülkeler seçeneği işaretleniyor Uzun yıllardır görevliyiz ve Türkiye’den çok az insan geldiğine tanık olduk diyorlar. Müzenin bulunduğu bina oldukça eski, sanırım Arthur’ ün Değirmen diye bahsettiği yer. Irmağın hemen dibinde, büyük kahverengi taşları olan bir bina. İçeride şairin fotoğrafları, mektupları, resimleri ve özel eşyaları var. Küçük kağıt parçalarının üzerindeki el yazıları dikkatimi çekiyor. Kimi zaman kağıt bile alamayacak parası yok ve yolda bulduğu parçalara bir şeyler yazmış. Uzun yolculuklarında yanında taşıdığı bazı araç gereçler var. Harar’da çekilmiş fotoğrafta beyaz entari giymiş. Son dönem fotoğrafları, gençlik yıllarındaki fotoğraflarına hiç benzemiyor.  Müzenin üst katında şairin hayatını anlatan belgeselin gösterildiği bir oda var. 60 yaşlarındaki beş ihtiyarla birlikte izliyoruz filmi.

Müzenin hemen çaprazında şairin bir dönem yaşadığı ve bazı şiirlerini yazdığı ev var. Evde Ağır rutubet kokusuyla karşılanıyorum. Burası tam olarak müze değil ama müzeye giriş yapanlar ücretsiz ziyaret edebiliyor. Özel mülkmüş ve sahibi müze yaptırmamış. Bu yüzden giriş katı hariç orijinalliğini kaybetmemiş bir ev. Duvar kağıtlarından yer döşemelerine kadar her şey Arthur’ ün zamanından kalma. Odalar öylesine soğuk ki sanki her odada cenaze var. Duvarlara yansıtılan ışık eşliğinde odalar arasında geçiş yapıyorum. Arthur’ün odasındayım. Tavan arası gibi bir yer. Irmağı da görüyor. Yere oturup sırtımı duvara yaslıyorum. Oda yemyeşil, duvarlara Arthur’ün elyazıları yansıtılmış. Canım sıkılıyor. Evde fazla duramıyorum. Yine aynı cadde üzerinde gittiği okul var. Farkına en çok vardığım şey şehrin heryerine sinen ağır hava.

Rimbaud Müzesi

BEŞ ARTHUR

Arthur Rimbaud’ nun Ekim 1854′ de Charleville’ de başlayıp Kasım 1891′de Marsilya’da son bulan hayatını, birbirini tamamlayan beş farklı kişilik olarak görüyorum.

Arthur, baba kavramının ne anlama geldiğini hiçbir zaman bilmeden yaşadı. Frederic Rimbaud çoğu kez dış göreve giden ve ailesini ihmalin ötesinde terkeden, zaman zaman çıkıp gelen bir askerdi. Dil öğrenmeye oldukça yatkın kişiliği vardı. Kaynaklara göre Cezayir’de görevliyken arapça öğrenmiş ve Kur’an-ı Kerim’i ilk kez 1860′lı yıllarda Fransızcaya çevirmişti (çeviri hakkında yaptığım araştırma neticesinde herhangi bir bulguya ulaşamadım). Eve geldiği dönemlerde de karısıyla kavga eder, yine evi terk ederdi. Bir seferinde anne Vitalie, kocasına fırlattığı vazo sonrasında artık Frederic bir daha eve uğramaz,  küçük Arthur’ün de hatırladığı ve şiirinde bahsettiği bu sahne, babasını gördüğü son an olarak kalır. Anne Vitalie, babasının varlıklı hayatında gördüğü yaşam tarzını yaşadıkları küçük kasabada da uygulamak istediğinden, Arthur ile bir türlü sağlıklı iletişim kuramaz. Arthur’ün sokakta çocuklarla oynamasına izin vermez, okuyacağı kitapları belirler, kilisenin ürettiği dilin çocuğu tarafından kabul edilmesi için baskı yapar. Sevgiden uzak, katı disiplin kurallarıyla geçen bir çocukluk ve önlemez okuma isteği. Kitap satın alacak parası yoktur ve bu yüzden arkadaşlarının sipariş ettiği kitaplara taşıyıcılık yaparak önce kendisi okur, sonra teslim ederdi. Kütüphanelerden, kitapçılardan çaldıklarını okuduktan sonra iade ederdi. İlk gençlik dönemlerinde kiliseyi reddetti. Annesine göre bunun tek sebebi kitaplardı. Kiliseyi reddedip duvarlara “Tanrı’ya Ölüm” yazması ( Rimbaud araştırmacıları böyle söylese de herhangi bir kaynağa rastlamadım ) neticesinde Tanrıtanımaz ünvanını aldı fakat O Tanrı’ya ulaşmanın bilinç ile mümkün olacağını ve kilisenin insanı bilinçsizleştirip, tek tip  hayat sürdürttüğünü, dolayısıyla kilisenin Tanrı’sına karşı gelinmesi gerektiğini söylemek istemekteydi. Şairin çocukluk yıllarına ilişkin en büyük özelliklerinden biri de sık sık evden kaçıp uzak yolculuklar yapması ve karakollardan alınmasıdır.

Arthur, o güne kadar kullanılan şiir formunu reddedip, daha önce hiç denenmemiş bir tarzı benimsemiştir. Bu tarz sanılanın aksine gerçeküstü değil, bizzat gerçek olmakla birlikte coşkun ve tamamlayıcıdır. Teknik anlamda uyak, ses, imge gibi ölçütlerle gizem ve hayalin belirli kalıplar halindeki şeklinin şiir olmadığını, şairin mutlak suretle kendi varlığını bütünüyle tanıyıp, bu ruhu geliştirerek bilinmeze ulaşması gerektiğine inanmıştır. Kendisinden önce klasik şiir metinlerinden farklı ürünler (az da olsa ) verilse de, Benliğinde taşıdığı özgünlüğü, Kahinlik eleği olarak kullanıp, tüm şiir algısını bu yatak üzerine kurgulamıştır. Daha 17 yaşındayken Paul Demeny adlı şaire gönderdiği mektupta şair tanımını şu şekilde yapmaktadır;

Şair, bütün duyuları uzun süre, sonsuzca ve bilinçle karıştırarak, düzensizleştirerek kahinleşir. Yani sevginin, acının, çılgınlığın bütün biçimlerinde kendini arar. Kendinde tüm ağuları tüketir ve bunların yalnızca en özlü, en güzel kısımlarını tutar. Şairin, tam bir inanca, üstinsan gücüne gereksinim duyduğu, herkesin arasında en büyük hasta, en en büyük cani, en büyük lanetli ve en yüce bilgin olduğu dille anlatılmaz, işkencedir.
Acıdır bu! Çünkü bilinmeze ulaşmaktır şair. Çünkü daha önce herkesinkinden zengin olan ruhu işleyip geliştirmiştir…
-İnsanlıktan sorumludur şair, dahası hayvanlardan da sorumludur. Bulgularını duyumsatmak, yordamlatmak, dinletmek zorunda olacaktır. Oradan getirdiği şeyin biçimi varsa,  onu biçimli verir. Biçimsiz ise biçimsiz aktarır. Bir dil bulmak zorundadır…
-Kendi zamanında evrensel ruhta uyanan bir yığın bilinmezi tanımlayacaktır şair. Düşüncenin formülünden, ilerlemeye doğru gidişin iminden daha fazlasını verecektir. Herkes tarafından sindirilen ölçüsüzlük ölçü olacağından, şair ilerlemenin bir çoğaltanı olacaktır. (Kahin’in Mektupları)

Arthur’ün şiirinde kullandığı dil ile yaşadığı hayat arasında hiçbir kopukluk yoktur. Ne kadar çılgın sözler sarfettiyse, öylesine bir hayat yaşamıştır. Şiir yazdığı dönemden itibaren Avrupa’nın birçok şehrini, çoğu kez cebinde bilet parası bile olmadan gezmiş (bazılarına yürüyerek gittiği söylenir), şiir ve düz yazılarının önemli kısmını da bu yolculuklarda yazmıştır.  Rahip Cübbesi Altında Bir Yürek’te de kiliseyi, rahipleri ve üretilin dile ne denli karşı olduğunu anlatır. Yaşadığı ızdırabın karşısındaki çaresizliğini anlattığı Esrik Gemi, hayat şarkısının introsu gibidir;

Akşamlar ağlatıyor! Ağladım, çok ağladım!
Ay ışığı insafsız, güneşim acımasız.
Buruk aşklar uğruna uyuşup,esrik kaldım,
Ne olur bu gemi batsın, beni de alsın deniz.

Yaşadığı hayatı gemi olarak biçimlendiriyor. Batsın bu dünya diyor bir başka ifadeyle. Arthur, yazıyı bıraktıktan sonra düzenli bir hayat kurmayı da istemez. Yine yollara atar kendini. Çoğu plansız ve aylar süren yolculuklarının sonunda kendisini Etiyopya’nın Harar şehrinde bulur. Buraya Fransa’dan silah getirtir ve bir dönem bunun ticaretini yapar. Harar’da bulunduğu yıllarda halkın geleneklerine göre davranışlar gösterir. Onlar gibi yaşamaya çalışır. Mahlas olarak Abdullah ismini kullanır. Hayatının bu döneminde yalnızca silah ticaretiyle uğraşmaz. Avrupa’nın bir çok şehrinde yöneticilik yapar. Bu uzun yolculukların sonunda hastalanır ve ayağındaki ur büyüyünce Marsilya’da bir hastaneye yatırılır. Burada bacağı kesilir. Tek ayakla yine yollara düşmeye çalışır, başarılı olamaz. Hastalığı ilerleyince kız kardeşine mektup yazıp, ölmek üzere olduğunu belirtir. Bu onun son günleridir.

Arthur, Ayağının kesilmesinden, öldüğü tarih olan 10 kasım’a kadar Marsilya’da bir hastanededir. Günah çıkartmak için odasına gelen rahipleri kovar. Bir rahibin kızkardeşine bu adamda müthiş bir inanç var dediği rivayet edilir. Yine son nefesinde Allah kerim dediği rivayet edilir. Kazandığı paranın önemli bir kısmını Harar’daki Cami’ye bağışlar. Bu bir insan mıdır, yoksa ibadethane midir? Bilemiyorum fakat bunlardan yola çıkarak şairin Müslüman olduğunu iddia edenlere de katılmıyorum. Çünkü yazıyı bıraktıktan, öldüğü tarihe kadar ailesi ve birkaç arkadaşına gönderdiği mektuplar dışında, herhangi bir yazılı ürün bırakmaz ardından. Hastanede yalnızca çok sevdiği kızkardeşi refakatçidir. Anne, o güne kadar kendisini hiç dinlemeyen ve sürekli terk eden oğluna kızgındır. Büyük bir cenaze organize ettirmez, hiç kimseye haber vermeden cenazeyi Charleville’ e getirtir ve sade bir törenin ardından bugünkü yerine gömdürür. Cenaze arabasının ardından yalnızca anne ve kızkardeşin yürüdüğü de rivayet edilir. Yıllar sonra Gar Meydanı’na dikilen heykelin altındaki çiçekleri sulayan yaşlı kadındır bu anne. Oğluyla kuramadığı iletişimin pişmanlığıyla belki de gözyaşlarıyla sulamıştır o çiçekleri.

Arthur Rimbaud, kendi varoluşunu, şiir yazmaya başladığı dönemde anlamaya başlayıp, şiiri bıraktığında da kemale erdirmiştir. Bu hem bireysel tatmin ve ulaşım, hem de evrenle bütünleşmiş bir ruh halidir. Ne eşcinselliği ne de silah ticareti yapması bunun aksi olduğu savını güçlendirmez. Acının, sevincin, mutluluğun, günahın, ızdırabın, yalanın, yalnızlığın ama en çok gerçeğin tüm hallerini içinde barındıran durumdur bu. Daha çocuk sayılacak yaşlarda, kendisine sunulan hayatı yaşamak istemeyip, her türlü imkansızlığa rağmen başka hayatları yaşamak ve keşfetmek uğruna yapılan bu hayat tercihini anlamak yerine, işin kolaycılığına kaçıp, sonuçlar üzerinden yargıya varmak, şaire yapılan haksızlıktan başka bir şey değildir. Bana göre Arthur Rimbaud’ nun verdiği en büyük mesaj feda edilmiş bir hayatın ne denli ızdırap barındırdığıdır. Söylemlerini bir kenara itip, yalnızca hayatını ele alsak bile, karşımıza çıkan trajedi, ailenin ve toplumun bir insan üzerinde yapabileceği etkiler bakımından önemlidir.

Charleville’den ayrılma zamanı. Böylesine ağır bir havayı dağıtmak yerine daha da kasvetli hale getireceğimi bildiğim başka bir Fransız şehrine doğru yola çıkıyorum. Yolun sonunda Samuel Beckett var. Bakalım o neler anlatacak bizlere.

Arthur’un el yazısı.

Gökhan Şimşek

İZDİHAM

Exit mobile version